MÜFLİS

Evsiz, barksız, kimsiz, kimsesiz bir müflis vardı. İşlediği bir suçtan dolayı mahkûm olmuş, hapishaneye düşmüştü. Hapiste de ondan bundan geçinir, bir bahane ile diğer mahpusların yiyeceklerini yerdi. Kimseyi bir lokma bir şey yemeye bırakmaz, kimin elinde bir parça ekmek görse hemen kapıp kaçıverirdi. Herkes, şerrinden yaka silker olmuştu. Herkesi canından bezdirmiş, herkese ‘illallah’ dedirtmişti.

Bu fani dünyada, âfetsiz, felâketsiz hiçbir köşe yoktur.  Bir rahata kavuşurum ümidiyle nereye kaçarsan kaç, önüne mutlaka bir afet çıkar. Allah’a ibadet edip O’nu anarak huzur bulduğun sakin köşenden başka, hiçbir yerde dinlenmen, rahata ve huzura kavuşman mümkün değildir. Bu dünya zindanının, ayakbastı parası alınmayan, hapishane dayağı atılmayan hiçbir köşesi ve bucağı yoktur. Öyle ki, fare deliğine bile girsen, yine bir kedi pençeliye çatarsın.

İnsanoğlu hayallerle, düşüncelerle gelişir. İnsanı, güzel hayaller ve düşünceler rahatlatır. Eğer gözüne kötü hayaller görünüyorsa, ateşte eriyen mum gibi erir gidersin. Ama eğer Allah seni güzel hayallerle avutursa, yılanların, akreplerin içinde bile olsan, o yılanlar, akrepler sana munis, dost ve arkadaş olurlar. Çünkü senin hayalin artık, aşağılık şeyleri altın yapan bir kimya olmuştur.

Sabır, güzel hayallerle, düşüncelerle ve ümitlerle tatlılaşır. Çünkü her şeyden önce, bunun böyle sürüp gitmeyeceği, er geç içinde bulunduğun bu sıkıntılardan kurtulacağın ümidine düşersin. O kurtuluş ümidi, içteki imandan gelir. İman zayıflığından da ümitsizliğe, iç sıkıntısına uğrarsın. İnsana sabrı baş tacı ettiren, imandır. Bundan dolayı, sabrı olmayanda iman da yoktur. Peygamber: ‘Gönlünde sabrı olmayana Allah,  iman da vermemiştir” dedi.

O, senin gözüne yılan gibi görünür, ama ötekinin gözüne güzel görünür.

Çünkü senin gözünde onun küfrünün, kötülüğünün hayali var. Halbuki Allah dostunun gözünde onun müminlik hayali cilve etmekte.

Efendiliği, edebi, terbiyesi olmayan o lokma kapıcı yüzünden, hapishane oradakilere cehennem kesilmişti. Çok tamahkâr ve açgözlü biriydi. Zaten Allah’ın davetinden uzak kalan kimse, sultan bile olsa gözü açtır.

Hapistekiler anlayışlı hapishane müdürüne hallerini anlatarak, bu müflisi şikâyet ettiler:

-Ne olur kadıya selâmımızı götür, derdimizi anlat. Bu boşboğaz, obur, muzır, aşağılık herif bizi canımızdan bezdirdi. Bir yere bir sofra serildi mi, çağrılmadığı halde, sinek gibi selamsız sabahsız hemen gelip konuyor. Bu cehennem boğazlı herif, altmış kişinin yediğini yiyor, yine de doymuyor. Vurdumduymazlığından ne söylesek aldırmıyor. Bir sürü hile ve düzenle sofraya oturdu mu, her şeyi silip süpürüyor. Kimseye bir lokma yiyecek bırakmıyor. ‘Yahu kardeşim, ne oluyor, ne bu pervasızlık?!’ diyecek olsak, gevrek gevrek gülerek: ‘E, ne yapalım, Allah, yiyin dedi ya!’ diye güya Kitaptan da delil getirip  bizimle alay ediyor. Ya bu sığır zindandan defolup gitsin yahut onu doyurmak için vakıftan ayrı bir istihkak çıkarılsın. Ne olur bize imdat edin! dediler.

Hapishane müdürü kadıya gidip halkın şikâyetlerini bir bir anlattı. Kadı o adamı zindandan çağırttı, durumu inceledi, sordu, soruşturdu. Zindandakilerin haklı olduğunu anladı. Adama:

– Ey sahipsiz kalasıca herif! Hemen zindandan çık, git, var evine yıkıl! diyerek kararını bildirdi.

Adam bu karar üzerine:

-Aman yapmayın, beni zindandan çıkarmayın! Yoksa ben yoksulluktan, açlık ve sefaletten ölür giderim. Benim evim, barkım, yurdum, yuvam zindandır, diye kadıya yalvarmaya başladı.

Kâfirler de bu dünya zindanına işte böyle bağlanırlar. Hep bu dünya için çalıştıkları için, bu dünyayı asla terk etmek istemezler. Kısmetleri bir saman çöpü bile değilken, hırsları dağ kadardır. Hazırlıkları olmadığı için, Allah’a gitmeye de yüzleri yoktur.

Eğer ona atılmış iftira değilse, akılca ve dünya hikmeti bakımından çok üstün ve ünlü olan Calinus’un: ‘Her türlü, en dayanılmaz acı ve ıstıraplar içinde de olsa yaşamaya, hatta bir katırın kıçından yarı canlı bir halde bile olsa yine de dünyayı görmeye razıyım, yeter ki ölmeyeyim!’ dediği söylenir. Bu söz, ancak nurlarla dolu gönle eş olmamış, bu dünyanın dışında başka bir dünya olduğuna inanmayan, bu dünyanın hevasına kapılmış, bu dünya muradına gönül bağlamış, bu dünyanın yaşayışına aşık birisinin ağzından çıkabilir. Çünkü onun bilgisi, hüneri ancak burada geçerlidir, o pazarda hiç bir işe yaramaz. Bütün bilgi ve hünerlerinin ölümle birlikte geçersiz hale geldiğini, o dünyadan da nasipsiz olduğunu görür de, bu yüzden, ruhu, sanki etrafı avcı kedilerle kuşatılmış kafes içindeki zavallı bir kuş gibi uçmaktan, yücelmekten, yükselmekten ümidini keser. Bu dünyadan başka her şeyi yok görür, yokluktaki haşri göremez. Tıpkı ana karnındaki çocuk gibi… Allah’ın lutfu ve keremi onu o daracık rahimden dışarı doğru çeker, ama o yine rahme doğru kaçmaya çalışır. Allah’ın lutfu onun yüzünü bu âleme çıkacağı tarafa yöneltir, o yine büzülüp ana karnına doğru sokulur. ‘Yaşadığım bu şehirden, bu yurttan dışarı çıkarsam acaba bir daha burasını görebilir miyim?’ diye düşünür. Ana karnındaki çocuk da, tıpkı Calinus gibi, rahmin dışında bir âlem olduğundan gafildir. Bilmez ki rahimdeki o hayat, o canlılık ortamı, o rutubet de dışarıdaki âlemin feyziyledir. Kuş, kafeste su ve tane bulur ama o su ve tane de kafesin dışındaki bağdan, bahçeden gelir. Peygamberlerin canları bu âlemden göçerler, bu âlemden kurtulurlar da o gerçek âlemdeki bağı, bahçeyi görürler, gelir diğer insanları da oraya çağırırlar. İnançsızların can kuşu, kedilerden ‘Durun bakalım, hele!’ sesini duyar duymaz kaçacak delik arayan fareye benzer. O yüzden canları, fare gibi bu dünya deliğini vatan tutmuş, yurt edinmiştir. Bu delikte yapılar yapmaya girişmiş, bu deliğe layık bilgilere sahip olmuştur. Ona bu delikte yarayacak, onu burada yüceltecek bilgi ve sanatları seçer de diğerlerini bırakır. Çünkü dışarı çıkmaktan ümidini kesmiş, ona bu bedenden kurtulma yolu kapanmıştır.

Allah dostlarının gözünde ise, ölümsüzlüğe ölümle ulaşılabildiği için, ölüm onlara can gibi hoş ve dirilmekle bir gelir. Ölümün görünüşü ölüm, içyüzü diriliktir. Ölüm görünüşte bir son, hakikatte ise ebediliktir. Çocuğun ana rahminden dünyaya gelmesi onun için alıştığı bir yerden ayrılış ve bir göçmedir. Ama onun için dünyada yeni ve daha güzel bir hayat vardır. Eğer ecele doğru bir meylimiz, bir eğilimimiz ve aşkımız olmasaydı, bizim için, ‘Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın! (Kur’an, 2. Sure (Bakara) Ayet:195’ diye bir yasaklama olmazdı. Çünkü yasaklama, insana tatlı gelen bir şey için olur; zaten acı olan bir şey için ayrıca bir yasaklama getirmeye gerek yoktur. Bir şeyin içi de, dışı da acı ve kötü olursa, bu acılık ve kötülük zaten başlı başına bir yasaklamadır. Allah yolunda ölenler için, ölüm çok tatlıdır. “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar, Rableri katında rızıklandırılmakta olan dirilerdir. Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği nimetlerle sevinç ve ferah içindedirler. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de, korkulacak ve keder edilecek hiçbir şey bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar (Kur’an, 3. Sure  (Ali İmran), Ayet:169-170)’ ayeti, Allah yolunda ölümün ne kadar tatlı olduğunu anlatır.

Bu âlemde yaşamak, eğer bizim için bir ayrılık olmasaydı, öldüğümüz zaman ardımızdan ‘Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve biz O’na dönücüleriz (Kur’an, 2. Sure (Bakara), Ayet:156)’ denmezdi. Çünkü ancak, ayrıldığı şehre tekrar dönüp gelen kişinin, araya giren zaman ve mekân kaydından, ayırışından kurtulup, ait olduğu ve varması gereken esas yere ulaşan kişinin dönüşünden bahsedilebilir.

Bir yere gitmek istediğin zaman oraya önce gönlün gider, gezer, dolaşır da oranın durumunu öğrenir, ondan sonra da dönüp gövdeni sürükler. İşte bütün diğer insanlar da nebilere ve velilere nispetle gövdeler gibidir. Onlar, âlemin kalbi ve gönlüdür. Önce onlar, Allah’ın hidayetiyle, lütuf ve keremiyle beşerilikten, et, kemik ve deri kaydından kurtulmuşlar, o dünyada dolaşmışlar;  hem o dünyanın, hem de bu dünyanın hakikatini öğrenmişler, menziller kat etmişlerdir. Böylece bu yolun nasıl bilineceğini, o gerçek âleme nasıl gidileceğini öğrenmişlerdir. Sonra da gelip insanları: “Gerçek olan âleme geliniz. Çünkü burası gerçek âlem değil, haraplık âlemidir. Fânilik (yokluk) sarayıdır. Biz güzel bir yer bulduk. Size de bildiriyoruz. Bunun için de sizden hiçbir ücret istemiyoruz” diye davet etmişlerdir.

Bir türlü zindandan çıkmak istemeyen o müflis ve asalak adamın durumunu tam olarak ortaya koyabilmek için kadı geniş bir inceleme başlattı. Adama:

-Öyleyse bana müflisliğini ispat et! dedi. Adam:

-İşte bütün bu zindandakiler şahit! deyince kadı:

-Hayır, onların şahitliğini kabul etmem. Çünkü onlar senden şikâyetçi. Baksana, senin elinden kan ağlıyorlar. Senden kurtulmak istedikleri için yalan söyleyebilirler, dedi. Kadı, adamın durumunu, onu yakından tanıyan hapishane dışındaki insanlardan da sordu, soruşturdu. Kime sorduysa hepsi, onun müflisliğini, hayırsızlığını ifade ettiler: ‘Efendim, biz onun hem müflisliğine hem de kötülüğüne şahidiz!’ dediler.

Bunun üzerine kadı:

-Bu adamı şehrin her tarafında tellallar bağırtarak, çarşı pazar dolaştırın! Her yerde bunun müflisliğini, dolandırıcılığını ilan edin! Kimse ona veresiye bir şey satmasın, bir kuruş borç vermesin! Bu hilebaz adamın, ne parası var, ne pulu. Müflisliği artık bence malum. Bundan sonra kim buna aldanır, hilesine kanar da bana davacı olarak gelirse davasını kabul etmem, bu müflisi tekrar hapse atmam, diye hükmetti.

İş bu hale gelince, çarşıda bir oduncunun devesini aldılar. Müflisi deveye bindirip dolaştırmaya başladılar. Oduncu devesini vermemek için çok diretti, feryat ve figan etti ise de dinleyen olmadı. Çaresiz o da devesinin ardında dolanmaya başladı. Taraf taraf, yer yer gezdirip, her hamamın, her çarşının, her meydanın önünde müflisi halka teşhir ettiler. Her dilden tellallar:

-Bu müflistir, gizli aşikâr, hiçbir şeyi yoktur. Çok kötü, çok hilekâr, çok dü-zenbaz bir adamdır. Kendinize gelin, onunla arkadaşlık etmeyin, buna ödünç bir şey vermeyin. Bir kuruş borç vermeyin. Sattığı şeyleri satın almayın. Çünkü onu da bir yerden çalmıştır. Bu herif çok tatlı sözlüdür, lafı boldur. Sakın kanmayın. Üstünde başında yeni ve güzel elbiseler olsa bile ona aldanmayın. Çünkü bunun içi paramparçadır. O elbiseyi de, hikmet ehli olmayan kişinin dilindeki hikmet sözü gibi,  başka bir yerden çalmış,  halkı kandırmak için sırtına giymiştir. Buna aldanan olursa, cezasını kendisi çeker. Bu müflis, bu ölü herif bir daha zindana atılmayacak! diye ilân ettiler.

Akşam vakti, müflis deveden indirilip, devesi geri verilince oduncu, müflise yaklaşıp:

-Bak arkadaş! Ben, senin yüzünden bütün gün işimden gücümden oldum. Vakit çok geç oldu, evim de uzak. Bu kadar zaman deveme bindin, paradan puldan vazgeçtim, hiç olmazsa şu deveye bir avuç saman ver! dedi.

Müflis:

-Şimdiye kadar biz niçin gezip dolaştık? Senin aklın neredeydi? Ne söylediklerini duymadın mı? Galiba senin kulağını tamah tıkamış. Tamah insanı sağır ve kör eder. ‘Bu kaltaban müflistir, müflis!’ diye akşama kadar davul çaldılar, bağırıp çağırdılar, yedinci kat göğe kadar herkes duydu,  taşlar kerpiçler işitti de demek ki bir tek sen işitmedin! dedi.

Sabahtan akşama kadar ilân ettikleri, bağırıp çağırdıkları halde, tamahkârlığı yüzünden oduncu söylenenleri anlamamıştı. Allah bir kimsenin kulağını, gözünü de işte böyle mühürlediği zaman, artık duyması gerekeni duymaz, görmesi gerekeni görmez olur.

Rabbimiz de Kur’an-ı Kerim’inde İblis’in müflisliğini açık açık anlatmıştır. Ona uymayın, peşinden gitmeyin, hilelerine kanmayın diye ilân etmiştir. Şeytan da kimin imandan nasibi, yol için bir lokma ekmeği ve azığı varsa, ondan o azığı ve ekmeği hile ve hurda ile almak, onu sonunda pişmanlıktan feryat ettirmek, onları bazen yoksullukla korkutarak, bazen güzellerin saçlarıyla, benleriyle gözlerini bağlayarak, azdırıp sapıtmak ve şükürden uzaklaştırmak ister. Şeytan, her an binlerce kişiye saldıran, kanına girdikleri de şeytan kesilen bir köpeğe benzer. Kim seni haktan, hakikatten soğutursa bil ki şeytan o adamın içindedir. Onun derisinin altına girmiş, onun vücudunu esir almıştır. Bunu başaramazsa yine de rahat durmaz, bu sefer de senin hayallerine girer ve o hayallerle seni kötülüğe sevk eder. Kendine gel, şeytandan Allah’a sığın da ‘Lâhavle!’ de! Ama sadece dilden değil, candan ve gönülden de!

Şeytan zaten müflistir. Allah’ın rahmetinden kovulmuş, ebediyen lanetlenmiş, bu durumu bütün âleme ilan edilmiştir. Eğer seni de aldatıp zarara uğratırsa, zararını ondan nasıl tazmin edebilirsin? Bundan sonra şeytana uyup da hüsrana uğrayanların kendilerinden başkasına kızmaya, kabahat bulmaya hakları yoktur.

3026 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir