TAKLİTÇİ

Dervişin biri yoldan gelip, bir tekkeye misafir oldu. Eşeğini götürüp ahıra çekti. İhtiyatlı ve tedbirli bir adam olduğu için, kendi eliyle hayvanının yemini, suyunu verdi, tımarını etti. Fakat kaza gelince, ihtiyat ve tedbir bir işe yaramaz!
Bu tekkede kalanlar çok yoksul kişilerdi. Yoksulluk zordur. Bu yüzden Peygamberimiz ‘Az kaldı fakirlik, küfür olayazdı!’ buyurdu. Ey zengin, sen toksun! Açın halinden anlamazsın! Sakın ola ki, yoksulların haline, onların yaptıkları aykırı işlere gülme!
O tekkedekilerin çoğunluğu da muhtaçlık yüzünden: ‘Zarurette murdar da mubah olur. Nice kötü şeyler vardır ki, zarurette kötülüğü ortadan kalkar. Tekkede hiçbir şey kalmadı. Gelin şu eşeği satalım da yiyecek içecek, yakacak bir şeyler alalım. Sonra eşeğin sahibiyle helalaşırız!’ fikrinde birleşerek merkebi satmaya karar verdiler. Hemencecik bir müşteri bulup, eşeği sattılar. Eşeğin parasıyla bol miktarda yiyecek içecek aldılar, mumlar yakıp tekkeyi pırıl pırıl aydınlattılar.
‘Müjdeler olsun, bu gece konuğumuz geldi, devlete erdik! Herkes buyursun, tekkede bu gece yemek var, sohbet var, sema var!’ diye ortalığı velveleye verdiler. Bu neşe ve coşkunluk, izzet ve ikram havası dervişin de hoşuna gitti. Tekkedekilerin hepsi, kendisini teker teker ağırladılar. Hal hatır sordular. Hep beraber, yediler, içtiler, semaa başladılar.
Bir yandan mutfaktan gelen güzel yemek kokularıyla karışık hafif bir dumanla, diğer yandan dervişlerin aşkla ve iştiyakla sema edip canlarıyla oynarken yere ayak vurmalarından çıkan ve ta tavana kadar yükselen toz dumandan ortalık birbirine karışmıştı.
Bu coşkulu sema meclisi, gece geç saatlere kadar sürdü. Sona doğru içlerinden birisi ağır usullü bir makam tutturdu. ‘Eşşek gitti vay, eşşek gitti!’ diye teganniye başladı. Hepsi de buna hararetle uyup, ayak vurup, el çırparak seher çağına kadar ‘Ey oğul, Eşşek gitti, eşşek gitti!’ dediler.
Konuk derviş de onları taklit ederek ‘Eşşek gitti, eşşek gitti!’ diye bağırıyordu. O sema ve safa çağı geçip sabah olunca, hepsi vedalaşıp ayrıldılar.
Tekke boşalıp, derviş yalnız başına kalınca, o da eşyasını toparlayarak eşeğine yüklemeye ve yola çıkmaya niyetlendi. Eşyasını dışarı çıkarıp, eşeğini getirmek için ahıra indi, fakat ahırda eşeğini bulamadı. ‘Herhalde hizmetçi suya götürmüş olmalı! Hayvan dün akşam az su içimişti.’ diye düşündü. Hizmetçiyi arayıp buldu ve:
-Benim eşek nerede? diye sordu. Hizmetçi de alaylı bir ifadeyle:
-Bilmem, sakalını yokla! dedi. Aralarında tartışma çıktı.
Derviş:
-Ben eşeğimi sana emanet etmiştim. Sana verdiğimi senden isterim. Yollu yordamlı konuş! Eşeğimi bana iade et yoksa, kalk yürü mahkemeye gidelim! diyordu.
Hizmetçi:
– Sen bir ciğer parçasını kedilerin arasına atıyorsun. Sonra da onu aramaya kalkıyorsun. Ne yapabilirdim ki, eşeği alıp satmak için hepsi birden üstüme hücum etti. Ben çaresiz kaldım, onlara yenildim, beni yarı canlı hale düşürdüler, dedi. Sofi:
-Tutalım senden eşeğimi zulmen, zorla aldılar da benim gibi bir yoksulun kanına girdiler. Öyleyse niçin gelip bana hemen haber vermedin, eşeğimi alıp götürdüklerini söylemedin? Ben de eşeğimi ya ellerinden kurtarırdım veya parasının hiç olmazsa bir kısmını onlardan alabilirdim. O zaman hepsi buradaydı. Şimdi herkes dağıldı. Artık ben kimi tutayım, kime gideyim! Bu işi başıma sen açtın! Ben de seni kadıya götüreyim de gör!
Hizmetçi:
-Vallahi kaç kere yanına geldim, sana bu işi anlatayım istedim. Fakat sen onlarla beraber ‘Oğul, eşek gitti!’ deyip duruyordun. Bana ağzımı bile açtırmadın. Hatta bu nağmeyi hepsinden daha zevkli söylüyordun. Ben de ‘Bu adam galiba arif birisi, her şeyi biliyor, her şeye razı!’ diye düşünüp geri döndüm.
Derviş:
-Ne bileyim, onların hepsi hoş hoş söylüyorlardı. Ben de onların sözünden zevke geldim. Onların zevki bana da aksetmiş, beni de zevklendirmişti. Ben, sadece onları taklit ettim. Bu taklit beni ele verdi, yolumu kesti. Lanet olsun, böyle taklide! Üstelik de ne saçma bir şeyi taklit etmişim! diye kendi kendine kızmaya başladı.
Taklit, her iyiliğin afetidir. Sağlam bir dağ gibi görünse de hakikatte bir saman çöpü kadar bile değeri yoktur. Taklitçinin söylediği sözler, kıldan ince bile olsa, gönlünün o sözlerin gerçeğinden haberi yoktur. Güya kendi sözünden kendisi sarhoş olur ama, gerçek sarhoşlukla o sahte sarhoşluğun arada çok büyük fark vardır. Taklitçi, söz söylerken ağlasa bile, habisin bu ağlaması da ancak tamah yüzündendir. Yanık sözler söyleyerek ağlar ama, kendisinde yanan yürek, yırtılan etek nerede? Aklını başına topla da, taklitçilerin özden gelmeyen o hüzünlü sözlerine kapılma! Öküzün çektiği yüklü kağnı da feryat edip ağlıyor!
Taklitçi ile taklitten geçmiş, tahkike ulaşmış arasındaki fark, ölçüye sığmaz. Biri Davut gibidir, öbürü ses gibi. Bunun sözleri, gönül yangınlığından doğar, ta içeriden gelir, öbürü ise başkaları tarafından söylenmiş köhne sözleri tekrarlar durur. Kafir de ‘Allah!’ der, mümin de. Aman ikisinin ‘Allah’ demesi arasında adamakıllı fark var. Dilenciler de ‘Allah’ deyip dilenirler ama bunu ekmek için, basit şeyler için dillerine doladıklarından saman için Mushaf taşıyan eşekten farkları yoktur. Dillerindeki, dudaklarındaki o ‘Allah’ adı, eğer gönüllerini aydınlatsaydı, vücutlarının her zerresini de aydınlatırdı. Eğer yoksul dilenci, söylediği sözün değerini bilseydi, gözünde ne azın önemi kalırdı, ne çoğun!
Sen de ‘Allah’ diyorsun ama gafilce, mukallitçe bir söyleyişin var! Sen bu adı anandan babandan işittin de onun için gafilce yapıştın.
Ama mukallit de sevaptan mahrum değildir. Hesaba gelince ağlayıcıya da para verirler. Hani derler ya, bir latife yapıldığında, aynı latifeye kulağı duyan bir kere, sağır iki kere gülermiş. Çünkü sağır birincisinde, topluluktaki herkesin güldüğünü görünce, niçin güldüklerini tam olarak anlamadan, onlarla beraber ve onları taklit ederek gülermiş. Sonra topluluktakilerin neye güldüklerini merak eder:
– Niçin güldünüz? diye sorarmış. İsin aslı kendisine anlatılınca da bu sefer ikinci defa, ama neye güldüğünün farkında olarak yeniden gülmeye başlarmış.
Sen de, ne yap yap taklidini tahkike çevirmeye bak!
Eşeği satan dervişleri yoldan çıkaran tamahtı. Tamah kimi yoldan çıkarırsa hali tebah olur, ziyan içinde kalır. Yiyip içmeye, zevk ve sefaya, semaa tamah etmek, hakikate akıl erdirmeye engel olur. Eğer ayna bir şeye tamah etseydi, bizim gibi münafık olur, hiç bir şeyi olduğu gibi göstermezdi! Terazinin mala tamahı olsaydı, tarttığını doğru tartar mıydı? Her peygamber, kavmine açıkça: ‘Ben, sizlerden bu peygamberlik görevim için hiçbir ücret istemiyorum. (Kur’an, 11. Sure (Hud), Ayet: 29-51)’ Ben size doğru yolu gösteren bir delilim, müşteriniz Allah’tır. Benim tellallık ücretimi Allah, iki baştan da verdi. Benim ücretim dosta kavuşmaktır, O’nun rızasına ermektir.’ demişlerdir. Müslüman olmadan önce çok zengin birisi olan Ebubekir, Allah yolunda kırkbin dinarını ve nesi var nesi yoksa hepsini vermişti ama, onun verdikleri Peygamberin ücreti değildi ki! O değerli hazine, bu dünyanın değersiz ödeme araçlarıyla nasıl alınabilir?
Kimde tamah varsa, dili tutuk bir hale gelir. Nasıl olur da tamahla göz ve gönül aydınlanır, buna imkan var mı? Tamahkar adamın gönlündeki mevki, makam ve altın hayali gözdeki kıl gibidir. Gerçeği görmesine engeldir. Bu yüzden tamahkarlarla sahtekarlar çok kolay anlaşırlar. Sevgiliye kavuşma devletine eren kişinin gözünde ise bütün dünya murdar bir şeydir. Ona hazineler de versen yine hürdür.

1708 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir