AĞLAMAK

Şeyh Ahmed-i Hıdraveyh, cömertliğiyle ün salmıştı. Zenginlerden on binlerce dinar borç alır, yoksullara dağıtırdı. Bu yüzden daima borçlu idi. Borç harç ederek bir tekke kurmuş, canını da, malını da, tekkesini de Allah yoluna adamıştı. Ama Hazreti İbrahim’e kumu un eden Allah, her defasında ona da yardım eder, bir şekilde bütün borçlarını mutlaka öder, onda hiç kimsenin parası da kalmazdı. Böyle olduğu için de ihtiyaç sahiplerine dağıtmak için, borç para bulmakta hiç zorluk çekmezdi.
Borçlu Şeyh, yıllarca bu işte bulundu. Zenginlerden borç para alıp, bunu muhtaçlara vermeyi kendisine iş ve meslek edinmişti. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak ve ölümden sonraki sevinç ve mutlulukların beyi ve sultanı olmak için ölünceye kadar bu işle uğraştı.
Artık iyice yaşlanıp, vücudunda ölüm emareleri baş gösterince, ağır hasta olduğunu duyan alacaklıları gelip etrafında toplandılar. Alacaklılar, şeyhin kendi kendine mum gibi eriyip gittiğini görünce, alacaklarından ümit kesmeye başladılar, suratları ekşidi, iyice üzülüp dertlendiler.
Şeyh: ‘Şunlara bak, nasıl da şüpheye düşüyorlar! Allah’ım bana bu zamana kadar hep yardım etti. Elimden ne büyük paralar geçti. Şimdi ise borçlarımın hepsi topu topu dört yüz dinar tutuyor. Allah, bana bu dört yüz dinar altını ödemekte mi yardım etmeyecek!’ diye düşünüyordu.
Bu sırada dışarıdan, üç beş kuruş kazanma ümidiyle: ‘Helvacııı! Helvaaa!’ diye bağıran bir satıcı çocuğun sesi duyuldu.
Şeyh hizmetçiye: ‘Git helvanın hepsini al! Alacaklılara dağıt, yesinler! Belki ağızları tatlanır da, hiç olmazsa bir süreliğine bana böyle acı acı bakmazlar! diye işaret etti. Hizmetçi hemen dışarı çıkıp çocuğa:
-Bu helvanın hepsi kaça? diye sordu. Çocuk:
-Yarım küsur dinar! deyince pazarlık edip yarım dinara anlaştılar.
Helva tabaklara konup ortaya geldi. Şeyh, alacaklılara:
-Buyurun şu mübarek helvayı helalinden bir güzel yeyin! dedi. Tabaklar boşalınca çocuk:
-Ey kâmil kişi, paramı ver de ben artık gideyim! diye parasını istedi.
Şeyh dedi ki:
-İyi ama evladım, ben parayı nerden bulayım? Ben borçlu bir adamım, aynı zamanda da ölüyorum!
Çocuk, hiç beklemediği bu durum karşısında şaşkınlık ve üzüntüsünden helva kabını yere vurdu, feryat ve figana başladı:
-Amca sen ne diyorsun? Ben bu helvayı helvacıdan borç alıyorum. Şimdi ustam, dört gözle parasını bekliyor. Eğer elim boş gidersem, ustam beni muhakkak öldürür, keser. Buna razı mısınız? Allahım, ben nereden buraya düştüm! Keşke iki ayağım kırılsaydı da bu kapıya gelmeseydim! Bu tehlikeye girmeseydim, diyerek ağlıyor, gözlerinden yağmur gibi yaşlar dökülüyordu.
Çocuğun feryatlarını duyan içeriden dışarıdan, hırlı hırsız herkes başına toplandı. Çocuk hem hüngür hüngür ağlıyor, hem de başına gelen felaketi anlatıyordu.
Alacaklılar da şeyhe:
-Bu ne iştir? Bizim paralarımızı yedin, işte öbür tarafa borçlu gidiyorsun! Peki ama bu zavallı çocuktan ne istedin? Buna niye zulmettin? diye sitemlerde bulunuyorlardı.
Çocuk ikindiye kadar ağladı. Halbuki oradakiler isteseler, aralarında paylaştırıp çocuğun parasını ödeyebilirlerdi. Bu hem onlar için çok bir para değildi, hem de sonuçta kendi yedikleri helvanın parasını ödemiş olacaklardı. Ama bu parayı ödeyip, çocuğun gözyaşlarını dindirmek, akıllarına bile gelmedi.
Şeyh ise, olup bitenlerle ilgilenmiyordu bile. Gözlerini yummuş, başını yorganın altına çekmiş, kendi alemine dalmıştı. Ezelle hoş, ecelle sevinçli, halkın, havas ve avamın kınamalarından, dedikodularından el ayak çekmiş bir hali vardı. Can, bir adamın yüzüne gülerse, halkın ekşi suratlı olmasından ona ne zarar gelir? Can birisini öperse, hiç o felekten ve feleğin hışmından gam yer mi?
İkindi vaktine doğru kapı çalındı. Kapıyı açmaya giden hizmetçi, biraz sonra elinde üzeri örtülü bir tabakla içeri girdi. Şeyh’i tanıyan, onun yoksulların ihtiyaçlarını gidermek için gece gündüz koşuşturup durduğunu bilen, hali vakti yerinde birisi, hayır için bir miktar para ayırmış, fakat bu parayı nereye sarf edeceğine bir türlü karar veremeyince de tutup hediye olarak şeyhe göndermişti. Hizmetçi tabağı getirip şeyhin önüne koydu. Üstündeki örtüyü kaldırınca, tabağın bir köşesinde dört yüz dinar, öbür köşesinde de kâğıda sarılı yarım dinar olduğunu gördüler.
Bu durumu gören herkesten, özür dileme feryatları yükseldi:
-Ey sır sahiplerinin efendisi! Bu ne sır, bu ne sultanlık? Ne olur bizi affet! Biz bilemedik de öyle ulu orta, saçma sapan lâflar ettik. Elimizdeki sopaları evin içinde körcesine sağa sola salladık. Tabii kandilleri kırarız! Sağırlar gibi, anlayıp dinlemeden, tek söz bile duymadan aklımıza geleni söyledik. Gözü yüceleri gören Hazreti Musa bile, Hızır’ı bilmediği konuda kınadığı için arkadaşlıkları devam etmedi. Ondan da ibret almadık, diyerek yakışıksız sözlerinden dolayı şeyhin kendilerini bağışlaması için yalvardılar. Şeyh:
-Bütün o sözleri ben size helal ettim. Bunun sırrı şuydu: Ben Rabbimden niyaz ettim. Rabbim de bana doğru yolu gösterdi. Rabbimin rahmetinin coşması için gözyaşı gerekiyordu. Ama baktım ki o gözyaşı o anda, bende de yok sizde de. Bu yüzden çocuğu ağlatmak zorunda kaldık. O dinar gerçi az bir paraydı ama, gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Helva satan çocuk ağlayınca Rabbimin rahmet denizi coştu, dedi.
Kardeş, muradına ermen için senin de ten çocuğunu ağlatman lâzım. Nefsinin her istediğine uyarak, bedenini devamlı rahat ettirerek yol kat edemezsin. Yücelik libasını elde etmek istiyorsan, cesedindeki göz çocuğunu ağlat. Hakk aşığı bir zahide bir tanıdığı: ‘Bu kadar ağlama, gözlerin kör olacak!’ dedi. Zahid dedi ki: ‘Allah’a kavuşmak için iki gözden olmak bir kayıp mı? Neticede, eğer Allah’ın cemalini görebileceksem ne gam! Ama eğer Allah’ın cemalini göremeyeceksem bu kötü gözler kör olsun daha iyi!’
Kul ağladı mı, Allah’ın (C.C.) rahmet denizi coşar, kabarmaya dalgalanmaya başlar. Allah’ın rahmeti o ağlamalara bağlıdır. Ağlayıp taşan, nimete erişir. Dal, ağlayan buluttan yeşerir, tazeleşir. Mum ağlamakla daha aydın bir hale gelir. Ey başkalarına ağlayan göz, gel bir müddetçik de kendine ağla!

1895 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir