KAÇAK DOĞAN

Bilgi ve tecrübe yoksunu bir doğan, avlanma sırasında padişahtan kaçmış, orada burada dolanırken un eleyen bir kocakarının evine girmişti. Yaşlı kadıncağız, çocuklarına tutmaç pişirme hazırlığındaydı. Kadın, hayatında hiç doğan görmemişti. O cinsi güzel, kendisi hoş doğan yaşlı kadının çok ilgisini çekti. İlgi ve sevgiyle yaklaşıp doğanı yakaladı. Hayvanın ayaklarını bağladıktan sonra, her tarafını incelemeye başladı. Bir yandan da:

-Vah zavallı kuşcağız vah! Bakımsızlıktan ne hale gelmişsin! Ehliyetsiz, liyakatsiz adamlar, sana hiç iyi bakamamışlar. Bu kanatlarının, bu tırnaklarının hali ne böyle! Hepsi haddinden fazla uzamış, çok çirkin olmuşlar. Yavrucuğum, sen anana gel de, seni bir güzel tımar etsin, sana çekidüzen versin! Hem bak görürsün, ben seni ne iyi bakıp, besleyeceğim! diyerek hayvanın halinden duyduğu üzüntüyü dile getiriyordu.

Kadıncağız, hemen kolları sıvadı. Doğanın o uzun ve güzelim kanatlarını kesip iyice kısalttı ve güdük bir hale getirdi. Sonra sıra gagasına ve pençelerine geldi. Onları da kesip attı ve zavallı doğan, gagasız, pençesiz kaldı. Oysa ki doğan, o pençelerle iş görür, o pençelerle avlanırdı.

Kadın, yaptığı işi çok beğendi. Sıra doğanı beslemeye gelmişti. Bunun için de, doğanın önüne yemesi için tutmaç koydu. Halbuki doğan tutmaç yemeye alışkın değildi ve bu onun yaratılışına da hiç uymuyordu.

Doğanın tutmacı iştahla yemediğini gören kocakarı buna çok sinirlendi:

-Ben senin için o kadar uğraştım, tutmaç pişirdim de sen doğru dürüst yemiyorsun. Demek ki sen, haddini bilmiyor, bana büyüklük taslıyorsun. Öylesyse sen her zahmete ve belaya layıksın! diye söylenmeye başladı.

Sonra da:
-Onu yemiyorsan, al bunu bari iç! diyerek içmesi için doğanın önüne bu sefer de tutmaç suyu koydu. Doğan, bunu da içmeyince, kocakarı büsbütün kızdı. Öfkeyle elindeki sıcak çorba kasesini hayvanın başından aşağı döktü. Doğanın başı kel oldu.

Arkadaş, cahilin sevgisini de işte böyle bil. Cahil, yolda daima çarpık, daima yampiri gider.

Padişahın bütün günü, doğanını aramakla geçti. Nihayet o kocakarının çadırının önünden geçerken, ansızın içerde toz duman içindeki doğanını gördü. Doğanını bu perişan halde görünce üzüntüsünden ağlamaya başladı.

Bir yandan da doğana:
-Böyle zavallı bir hale düşmen beni kahrediyor ama, aslında sen hak ettiğini bulmuşsun! Vefasızlığına karşı sana bu ceza az bile! Cennetliklerle, cehennemlikler arasında fark olmadığını sandığın için, cennetten kaçıp, cehennemi mekan tuttun. Nasıl şimdi memnun musun? Her halinden anlayan padişahından, bir kokuşuk kocakarının evine kaçan sersemlerin layığı budur! diye sitem ediyordu.

Doğan, geç de olsa hatasını anlamıştı. Göz yaşları içinde ve kesilmiş kanatlarıyla padişahın eline dokunuyor, hal diliyle ona yalvarıyordu:

– Ey kerem sahibi, ben bir günah işledim, sen affet! Sen sadece iyileri kabul edecek olursan, kötüler nereye gitsin! Kime varsınlar da hallerini arz edip ağlasınlar?

Zaten padişahın her kötüyü iyi etmesi, onun sonsuz lutfu ve keremi, cana bu günah işleme cür’etini veriyor, bu cinayetleri işletiyor. Padişahım, ne olur beni affet! Çok pişmanım, tövbe ettim, yeniden Müslüman oldum!

Aslanı bile tutacak derecede kuvvet, kudret ve cür’et sahibi ettiğin kişi, sarhoşluk yüzünden yolunu sapıtmışsa da sen onun özrünü kabul et! Evet, şimdi tırnağımı kestiler ama, eğer sen beni tekrar kabul eder, benden yüz çevirmezsen, ben güneşin bile perçemini koparacak hale gelirim.

Kanadım gittiyse de, eğer beni okşar, bana iltifat edersen felek bile benim oyunuma karşı mat olur. Bana yeniden kuvvet kemerini bağışlarsan, ben dağı yerinden sökerim! Bana kudret kalemini verirsen bayrakları yıkar, orduları kırarım’ demekteydi.

Sen de yürü, artık çirkin işlerde bulunma! Çünkü bizim iyiliklerimiz bile O güzel sevgilimize layık değildir. O’nun yüce huzurunda, O’nun eşsiz güzelliği yanında bizim güzel işlerimiz bile çirkin görünüyor. Halbuki sen ettiğin hizmeti, kulluğu, O’na layık sandın da o yüzden cürüm bayrağını yücelttin.

Sana O’nu anmaya, O’na ibadet ve duaya izin verdiler de o yüzden gönlüne gurur düştü. Kendini Allah’la konuşur gördün de gurura, kibre kapıldın. Halbuki niceleri vardır ki, bu şüpheler, vesveseler yüzünden O’ndan ayrı düşerler. Padişahı seninle beraber bir yerde oturur görsen de, sen kendini tanı, haddini bil de daha düzgün, daha edepli otur!

1520 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir