ŞÜKRAN DUYGUSU

Efendisi Lokman’ı çok sever, onu oğullarından ileri tutar, üstün görürdü. Lokman gerçi, köle oğlu köleydi, hizmetçiydi ama, hakikatte efendiydi. Çünkü heva ve hevesten hürdü.
Hani padişahın biri, sohbet sırasında bir şeyhe:
-Benden bir isteğiniz var mı? Siz dileyin, ben ihsan edeyim! diye sormuştu. Şeyh:
-Padişahım, bana böyle bir şey söylemeye utanmıyor musunuz? Bana kul olanlar sana efendi iken, nasıl olur da bana böyle bir teklifte bulunabilirsin? Üstelik o ikisi de son derece hor ve hakir kişiler oldukları halde, sana tam anlamıyla hükmederler ve onlar sana neyi emrederlerse sen onu yaparsın. Hele biraz daha yükselin, bana kul olan efendilerin kulluğundan bir kurtulun bakalım! deyince padişah hayret etmiş:
-Allah, Allah! Çok acayip ve hatalı bir söz! Kimmiş o, bana efendi olup da, sana kul olanlar? diye sormuştu. Şeyh ise bu soruyu:
-Onların birisi hiddet, diğeri de şehvettir, diye cevaplamıştı.
Lokmanın efendisi de, görünüşte onun efendisiydi ama, hakikatte kuluydu. Bu ters dünyada bunun benzerleri pek çoktur. İsimler ve dış görünüşler halkın akıllarına tuzaktır. Çöle isim olarak, kurtuluş ve sevinç dünyası adını taksalar bile ne değişir? İnsanlar, genelde dış görünüşlerine, kılık ve kıyafetlerine göre diğer insanları değerlendirirler. Birinin elbisesine bakıp ona kalburüstü, öbürününkine bakıp avamdan birisi derler. Bazen riyaya boğulmuş, iç dünyası harap birinin adını da kıyafetine bakıp çok dindara ve zahide çıkarırlar. Ama Allah’ın öyle has kulları vardır ki, lafa söze dış görünüşe hiç kanmazlar, Allah’ın nuruyla insanın iç alemini, gizli dünyasını daha sözünü dinlemeden, işini görmeden tanıyabilirler.
Lokman da görünüşte köleydi ama, gerçekte efendiydi. Efendisi de, bu hali bilir ve takdir eder; hatta tanınmadıkları bir yere gittiklerinde kendi elbisesini Lokman’a giydirir, kendisi de onun elbisesini giyer, köleler gibi onun ardından gider, ona hizmet ederdi.
Kendisine bir yemek gelince, efendisi Lokman’ı da çağırtır, o gelmeden yemez, yemeğin tadına önce Lokman baksın, önce o yesin isterdi. Onun artığını yemekten büyük zevk alır, Lokman yoksa boğazından lokma geçmez, iştahı kesilirdi. Onlar efendi, köle değil, sanki bir can olmuş iki dost ve arkadaştılar.
Bir gün Lokman’ın efendisine hediye olarak bir karpuz getirdiler. Hizmetçiye:
-Git, oğlum Lokman’ı çağır! dedi. Lokman gelince, efendisi karpuzu kesip, ona bir dilim ikram etti. Lokman o dilimi öyle iştahla, zevkle yedi ki, efendisi ikinci dilimi sundu. Böyle böyle karpuzun neredeyse tamamını yedi. Yalnız bir dilim kalmıştı. Efendisi:
-Bunu da ben yiyeyim! diyerek, karpuzu ağzına götürdü. Daha ısırır ısırmaz karpuzun acılığından ağzını bir ateştir sardı, dili uçukladı, boğazı yandı. Lokman’a:
-A benim canım efendim! Bu zehir gibi acı şeyi nasıl oldu da tatlı tatlı yedin? Niçin hiç bir şey söylemedin? Bu ne sabır? Neden böyle sabrettin? Senin canına kastın mı var? dedi. Lokman ise:
-Senden şimdiye kadar, o kadar çok İyilikler, ina’mlar, ihsanlar gördüm ki, elinle bana ikram ettiğin şeye, bu acıdır demeye utandım! diye cevap verdi.
İnsanoğlu, Rabbinin bunca in’am ve ihsanından sonra, nasıl oluyor da küfranı nimette bulunabiliyor, ufacık musibetlerde hemen Rabbine karşı isyan bayrağını açabiliyor. Çoğu insanda, Rabbine karşı Lokman’ın efendisine gösterdiği şükran duygusunun bile bulunmaması ne büyük kusur!
Halbuki Nimete şükretmek; nimetten daha hoştur. Şükrün tadına varan kişi, şükretmeyi bırakıp da nimet sevdasına da düşmez. Çünkü şükür, nimetin canıdır, nimet ise deriye benzer. Seni sevgiliye ulaştıran, şükürdür. Nimet insana gaflet verir, şükür ise uyandırır. Sen de şükür tuzağıyla, nimet avlamaya bak ! Şükür nimeti, gözünü doyurur da, seni bey yapar. Bu suretle, sen de yoksullara, yoksunlara yüzlerce nimet bağışlayabilen biri haline gelirsin. Hakk yemeğinden yiyip, iyice doy ki; sendeki oburluk, tamah ve şuna buna ihtiyacını arz etme illeti son bulsun!
Nimeti verene şükretmek, aklen de lazımdır. Şükretmeyen, kendisine ebedi hışım kapısını açar. Şükürsüzler, vefakarlıkta köpeklerden bile aşağıdırlar. Bir köpeğe, bir kapıdan bir lokma ekmek verilirse, o köpek, o kapıya bağlanır, canla başla hizmet eder, bekçi kesilir. Hatta ona ne kadar eziyet etseler, yemini yiyeceğini kıssalar, aç bıraksalar bile yine o kapıyı terk etmez, başka kapı aramaz, başka kapıya gitmez. Bir kapıya başka yerden bir yabancı köpek gelecek olsa, o kapının köpekleri onu oraya koymazlar, hep birden üzerine saldırırlar. Sanki ona: ‘Hangi kapıdan geldiysen o kapıya git! Çünkü sen o kapıdan nimetlendin. Nimetin hakkı, gönlünü o kapıya bağlaman, ne olursa olsun, o kapıyı asla terk etmemendir. Çabuk geldiğin kapıya git! Nimetlendiğin kapıyı daha fazla boşlama! Köpeklerin en önemli vasfı sadakatleri ve vefakarlıklarıdır. Hemen geldiğin kapıya dön de, biz köpeklerin adını da kötüye çıkarma!’ derler.
Nankörlük, adeta sana iyilikte bulunana kötülükte bulunmaya, onunla savaşmaya benzer. O iyiliği edene, ‘Ben bu iyiliği istemiyorum, bundan inciniyorum, neden beni incitiyorsun? Lütfen bana bu iyiliği yapma! Ben göz istemiyorum, beni kör et, ben kulak istemiyorum beni sağır et!’ demek gibi bir şeydir. Geberesi insan nefsi, hiçbir şeyden memnun olmaz, hiçbir şeye razı olmaz, efendisine, yaratıcısına karşı da çok nankördür. Ne darlıktan hoşlanır, ne genişlikten, ne boşluktan, ne meşguliyetten. Yazın kışı ister, kış gelince bundan da vazgeçer, istemez olur. Bir nimete, hidayete nail oldu mu, hemen inkara sapar. Onun için Allah: ‘Nefislerinizi öldürün! (Kur’an-ı Kerim, 2. Sure (Bakara) Ayet:54)’ buyurmuştur. Nefis, üç köşeli bir dikendir, ne türlü koysan yine de sana batar! Ancak heva ve hevesi terk etme ateşiyle yakarak ondan kurtulabilirsin.
Nice ulu dostlar, yoldaşlar edindin. Sana ‘Nerede onlar?’ diye sorsam, ‘Gittiler!’ dersin. İyi dostların yüce göklere yükseldiler, kötü dostların ise yerin dibine geçtiler. Ara yerde sen, yarsız, yardımsız, yardımcısız kalakaldın. Kervandan arta kalan ve sönmeye yüz tutmuş ateşe döndün. İnsan, boş beklentiler, kötü zanlar yüzünden vefasızlara kendini feda eder, kendine benzeyenlerin önünde iki kat olur da, hiç unutmayan, asla vefasızlık göstermeyen yaratıcısına karşı kötü düşünceler besler. Yüce Allah, vefakarlığıyla övünür de: ‘Allah’tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? (Kur’an, 9. Sure (Tevbe), Ayet:111) buyurur.
Esas gözetmen gereken hakları reddettikten, saymadıktan sonra, başka konularda istediğin kadar vefakar ol, bunun hiçbir anlamı yoktur. Bu vefa da vefasızlığın ta kendisidir. Çünkü hiç kimsenin senin üzerinde Allah’ın hakkından daha büyük ve daha fazla hakkı yoktur. Ana hakkı bile, Allah’ın hakkından çok sonra gelir. Anayı, ananın memesini, sütünü yaratan, onu babayla çift eden, seni onun karnında şekillendirip halden hale sokarak güzel bir suret veren, senin için annenin kalbine sevgi ve şefkat koyan da Allah’tır.
Hamd ile şükür arasındaki fark şudur: Şükür nimetler üzerine olur. ‘Ben onun güzelliğine, yiğitliğine şükrettim!’ denmez. Hamd ise daha geneldir.
Şükür bir bağdır, nimetler de bir av. Şükür sesi işittiğin zaman daha fazla elde etmiş olmaya hazırlan. Allah, sevdiği kulunu zaman zaman belalara da uğratır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: ‘Belki dönerler diye, Biz onları, iyiliklerle de kötülüklerle de sınadık (Kur’an, 7. Sure (Araf), Ayet:168)’ buyuruyor. Kul, belaya sabrederse, Allah onu kendisi için seçer. Eğer belada olmasına rağmen, şükretmeyi de sürdürürse, onu daha fazla beğenir ve ayırır. Şükür, kahrı lutuf şekline koyan bir panzehirdir. Kemale ermiş olan akıllı kişi, açıktan açığa veya gizlice cefaya şükreden kimsedir. Bu Allah’ın beğenip seçtiği insandır.
Şükür, nimet memesini sağmaktır. Dolu olsa bile, sen sağmadıkça ineğin memesinden süt gelmez. Şükürsüzlüğün sebebi ham bir açgözlülüktür. Aç gözlü her zaman eline geçenden fazlasını bekler ve ister. Onu bu hale getiren tamahkarlığıdır. Beklediğinden az bir şeyin eline geçmesi, şükretmesine mani oluverir. Öte yandan, kendi kusurlarından, isteyip beklediği şeylere layık olup olmadığından haberi olmadığı gibi, vermek istediği, sunduğu şeyin kusurundan, halinden ve türünden de gafildir. Tamahkarlık olmamış meyveyi, çiğ eti ve pişmemiş ekmeği yemeğe benzer. Bu yüzden tamahkarlık, mutlaka şükürsüzlük hastalığının doğmasına neden olur. Vücuduna zararlı bir şeyi insanın mutlaka çıkarması gerekir. Zehirli bir gıda yiyenin bunu kusup çıkarması gerektiği gibi, insan, o bozuk, o kötü zandan, tamahtan da boşalmalıdır ki, bir tek hastalığı, yüz hastalık olmasın.
Allah’a şükretmek herkesin boynunun borcudur. Şükretmemek uğursuz ve ayıp bir şeydir. O şükürsüzlük hali, insanı tâ ateşin dibine kadar çeker götürür. Kavga etmek, suratını ekşitmek şükür değildir. Eğer şükretmek, surat ekşitmek olsaydı, herhalde sirkeden daha iyi şükreden bulunmazdı. Sirke, ciğere gitmek için yol ararsa ona: ‘Şekerle karış da, hiç olmazsa sirkengübin ol, öyle gel!’ derler.
Allah’ın nimetlerine şükretmeye çalışmak kudrettir. Cebrilik, yani kendi üstüne düşeni yapmadan her şeyi Allah’tan bilip, O’ndan beklemek ise nimeti inkardır. İtirazı bırak şükretmeye çalış! Onun verdiği kudrete şükretmek, kudretini artırır. Cebir ise nimeti elinden çıkarır. Cebre inanıp çalışmayı terk etmek, yol kesen haydutlar arasında uyumaya benzer. Senin cebriliğin yolda uyumaktır. uyuma, o kapıyı, o dergahı görmedikçe uykuya dalma!
Tevekkül edeceksen, çalışma hususunda Allah’a tevekkül et. Kazan da sonra Allah’a dayan! Tevekkül kılavuzsa, bu sebeplere sarılmak da Peygamberin sünnetidir. Peygamber: ‘Önce deveni bağla, tedbirini al, ondan sonra Allah’a tevekkül et!’ buyurdu. ‘Çalışan kimse Allah’ın sevgilisidir!’ işaretini dinle de; tevekkül ediyorum diyerek, sebeplere sarılma hususunda tembel olma! Alemlerin Rabbi, ayağımızın önüne bir merdiven koydu. Dama çıkmak için basamakları tırmanmak şarttır. Burada cebri olmak, basamakları tırmanmadan, dama çıkabileceğini ummak, ham tamahtır.
Ayağın var, nasıl olur da kendini topal edersin; elin var, niye pençeni saklarsın? Efendi, kölesinin eline beli, kazmayı verince, daha diliyle söylemeden dileği malum olur. Bel gibi olan el de, Allah’ın işaretlerindendir. Her işin sonunu düşünebilme özelliği de, O’nun işaretlerindendir. Allah’ın işaretlerini canına nakşederek, o işaretlere vefakarlık ederek çalışır, çabalar, o yolda can verirsen, sana nice sır işaretleri bahşeyler, senden yükü kaldırır, seni iş güç sahibi eder. Şimdi yük altındasın. Allah, sana belli yükümlülükler, sorumluluklar yüklüyor. Şimdi O’nun emirlerini kabul eder, elinden geldiğince yerine getirmeye çalışırsan, sonra seni makbul eder, O’nun makbul bir kulu olursun. Şimdi vuslat arıyorsun, ondan sonra da vasıl olursun.

1593 Toplam Görüntüleme 2 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir