BİRLİK VE BERABERLİK HAVALARI

Çobanlığı döneminde bir gün, Musa’nın güttüğü sürüden bir koyun kaçmış, sürüyü bırakarak gözden kaybolmuştu. Musa, koyunun kaybolduğunu fark edince, hemen peşine düşüp onu aramaya başladı. Koyunun izini sürerek, dere, tepe, dağ, taş, düz, ova her yeri gezdi, dolaştı.
Yürümekten ayaklarının altı şişip, kabardı, su topladı, ama o yine de kayıp koyununu aramaktan vazgeçmedi. Ayakları iyice şişip çarığa sığmaz olunca, onları da çıkarıp yalınayak yürümeye devam etti. Her attığı adımda, acısı daha çok arttığı halde, koyunu kendi haline bırakmaya gönlü razı olmuyordu. Ancak akşama doğru, koyuncağız kaçmaktan yorulup kalınca ve artık kaçamaz hale gelince, Hazreti Musa koyunu yakalayabildi.
Hazreti Musa, koyununu bulunca çok sevindi. Hemen koşup sevgi ve merhametle koyunun boynuna sarıldı; onun sırtını, başını okşamaya, ana ile kuzu misali onu sevmeye koyuldu. Ona azıcık olsun kızmadı, öfkelenmedi.
Onun yüzünden çektiği acıları, zahmet ve sıkıntıları hiç aklına getirmiyor, yalnızca koyuna acıyor, onun için gözlerinden yaşlar döküyordu. Sanki söz anlarmış gibi koyunuyla sohbet ederek ona şöyle diyordu:
-Ey benim, sevgili, canım koyunum! Ne oldu sana? Neden sürünü bırakıp da kaçtın? Kaçmakla eline ne geçti? Ya ben seni bulamadan, bir kurda çatsaydın, halin nice olurdu? Hadi tutalım ki bana acımadın, kendine niye acımıyor, böyle zulmediyorsun? San yazık değil mi? diye nasihat ediyor, onu sakinleştirmeye, teselli etmeye çalışıyor, kendi çektiği acılar için ona hiç öfke belirtisi göstermiyordu.
İşte onun bu davranışı Allah’ın da hoşuna gitti de, âlemin çobanlığı demek olan elçilik ve Peygamberlik görevini Musa’ya layık gördü, ona verdi.
İşte her buyruk, iktidar, yetki, makam, mevki ve sorumluluk sahibinin de insanlara hizmet ve çobanlık ederken, böyle Hazreti Musa gibi merhametli, sevgi dolu, hoşgörülü, akıllı ve tedbirli kimseleri, yani iyi çobanları örnek alması, yönetimi altındakilere anlayışlı, hoşgörülü davranması, onlara iyi bakıp sahip çıkması, onları her türlü tehlikeden korumak için canla başla çalışması, halîm, yumuşak huylu olması, akıl ve tedbirle iş görmesi lazımdır. Böyle olmayanlar kesinlikle böyle işlere yaklaşmamalı, yaklaştırılmamalıdır. Yoksa bunun acısını hem onlar hem de bütün toplum çeker.
Konu çobanlığa gelmişken araya şöyle kısa bir bilgi kırıntısı sıkıştırmak yararlı olabilir. Eskiden bizde çobanlık, çok önemli ve kutsal bir meslekti. Bir çobanda aranan en önemli özellik de, çok iyi ve ustaca kaval çalabilmesiydi. Bir çobanın mesleğindeki hüneri ve başarısı bununla ölçülürdü.
Çoban, sürüsünü kavalından çıkan nağmelerle yönetir, sürüyü onunla bir arada tutar, sürüye söyleyeceği her şeyi onunla anlatır, istediği yere onun nağmeleriyle götürür getirirdi.
Bizim masallarımız, hikâyelerimiz, destanlarımız, tuza çekilmiş, susuzluktan kıvranan koskoca sürüyü gürül gürül akan suya götürüp de, çaldığı kaval nağmeleriyle bir yudum bile su içirmeden, buyun başından geri döndürebilecek kadar hünerli çobanlarla doludur.
İnsan topluluklarını yönetenlerin, dün de bugün de çobanlardan öğrenecekleri çok şeyler vardır. Bugünümüz ve yarınlarımız, bizi birbirimize yaklaştıracak ve bağlayacak, iyi birlik ve beraberlik havaları besteleyebilen ve çalabilenlere, bir de kulakların ayrılık havaları değil, birlik ve beraberlik havaları dinlemeye istekli olmalarına bağlıdır.
İnsan kulağından hayvan boğazından gelişir, yetişir, güçlenir, büyür demişler. Bugünün karmaşık dünyasında, güçlü birlik ve beraberlikler sağlayabilmek için artık öyle kaval gibi tek tük enstrümanlar da yetmiyor.
Çok daha başka enstrümanlara, çok daha güzel şarkılara, bestelere ve senfonilere ihtiyaç olduğu görülüyor. Bizim zengin geçmişimiz ve engin tecrübelerimiz bize bu konuda da paha biçilmez hazinelerle, zenginliklerle doludur. Fakat yeteri kadar yararlanmasını bilemiyoruz.
Kendi şarkılarını, bestelerini unutmuş, başka havaları dinlemeye, onları duymaya, onlara uymaya alışmış, kendi topluluklarını terk edip başkalarına katılmaya can atan, kendilerini uçurumlardan atmaya hazırlanan koyunlardan ne farkı vardır. Bu kendi bütününden kopup giden çılgın parçaları ait oldukları bütüne, kurtuluşa çağırmak, onları uyarmak, diriltmek gerekmiyor mu? Fakat bunları kim yapacak? Nerede bizim o hünerli, erdemli çobanlarımız, sanatçılarımız, bestelerimiz, havalarımız, ozanlarımız, ezgilerimiz, şiirlerimiz, küylerimiz?
Bizi birbirimizden ayırmak için bestelenmiş, asırlardan beri bizi kulaklarımızdan zehirleyen, akıl almaz çılgınlıklara ve deliliklere sürükleyen bestelerin panzehirlerini üretebilecek ozanlarımız, şairlerimiz, bestekârlarımız, icracılarımız, kompozitörlerimiz acaba ne zaman ortaya çıkacaklar?

Seller, dereler, çaylar, ırmaklar, nehirler ne kadar çok çağlayıp çoşsa, gürüldeyip aksa da;
Denizleri doldurup taşıramaz, denizin suyunu artıramaz!

Bilgelerle, danişmentlerle atışıp tartışanın dini, imanı gider!
Hak ehli, gönül ehli yiğitlerle atışanın adı, sanı yiter gider!
Devletli beylerle vuruşanın başı ve malı yiter gider!

Kalabalık, gürültülü yerde söylenen söz yiter gider!
Yollarda izlerde, yalnız yürüyenin özü yiter gider!

Türk Milletinin Ulu Bilgesi Dede Korkut, bu sembolik anlatımıyla Türk milletini yüzlerce, hatta binlerce yıllık bir süreç sonunda, yüzlerce etnik grubun, kavim ve kabilenin, boyların, soyların, urukların, turukların çağlayıp coşarak birbirine kavuştuğu, aynı idealler, ilkeler ve ülküler etrafında kenetlendiği, bir ve beraber olduğu çok büyük bir denize, ummana, okyanusa, deryaya benzetmektedir. Bu özelliği sayesinde Türklük bundan sonra da kıyamete kadar her gelenin koynunda kendisine mutlu, huzurlu, güvenli bir yer bulabildiği, yeni katılımlarla ne kadar dolsa da asla taşmayan büyük bir umman olarak gelişmeye ve büyümeye devam edecektir.
İlk ortaya çıkışındaki özelliklerinden de kaynaklanan nedenlerle Türklük hiçbir zaman eritici bir birlik olmamış, aksine var edici ve diriltici bir yapı olmuştur. Nitekim 50 yıllık Çin esaretinden sonra babasının Göktürk İmparatorluğunu yeniden kurmasını Bilge Kağan ‘Babam Kağan, Türk milletini bütün kavim ve kabileleriyle yeniden var etti’ sözleriyle anlatmaktadır.
Tarih boyunca kan bağına, etnik kökenine, ırkına, diline, dinine bakılmaksızın bu birliğe ve ittifaka katılanlar hep Türk sayılmışlar, katılmayanlar, ayrılanlar, düşman olanlar ise kim olurlarsa olsunlar, yabancı veya Türk düşmanı olarak algılanmışlar ve öyle muamele görmüşlerdir. Yine Orhun Abidelerindeki ifadelerindeki ifadelerden Türk sayılıp sayılmamakta, kan bağının ve etnik kökenin değil, bu birliğe ve ittifaka, ortak değerlere, ülkü ve ideallere katılıp katılmamanın ölçü alındığı net bir biçimde anlaşılmaktadır.
Türk Milletini millet yapan birlikte yaşama ve var olma iradesinin, birlik ve beraberlik duygusunun temel dayanağı etnik köken değil, asırlar boyunca birlikte oluşturulmuş ortak değerlerler ve dünya görüşüdür. Aynı inançları, değerleri, ülkü ve idealleri paylaşmayan insanlar, aynı etnik kökenden gelseler, aynı dili konuşsalar, hatta aynı ana babanın evladı olsalar bile birleşemezler, bütünleşemezler, uzlaşamazlar, bir ve beraber yaşayamazlar. Böylelerinin birbirleriyle konuşmalarından, görüşmelerinden, sohbetlerinden uyum ve anlaşma değil, uyuşmazlıklar, anlaşmazlıklar ve düşmanlıklar çıkar. Hatta birbirlerinin dilini ne kadar iyi bilirlerse, ne kadar çok konuşurlarsa, birbirlerinden o kadar çok uzaklaşırlar. Bu gerçeği Hazreti Mevlana çok güzel ifade eder:
‘Hakka ve hakikate gerçekten inananlar kolay kolay bölünmezler, bölünseler bile uzun süre bölük pörçük kalamazlar, önünde sonunda birleşirler. Hakta hakikatte birleşemeyenler, anlaşamayanlar, zıt görüşte olanlar ise; ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar aralarında sağlam ve sürekli birlik ve beraberlik oluşturamazlar. Bu yöndeki bütün emekleri boşa gider. Geçici olarak birleşmiş görünseler de bu birlik sürüp gidemez, er geç yine bozuşurlar.’
Türklüğün oluşumunda ve kemale ermesinde İslamiyet’in çok önemli rolü ve katkısı olmuştur. Türklük İslam’la kemale erdikten sonra, artık ona nerelerden kimler akın edip gelirse gelsin, ne kadar çok dolarsa dolsun, asla taşıp dökülmeyen, hep artan ama hiç eksilmeyen, hep çoğalan ama hiç azalmayan, hep büyüyen ama hiç küçülmeyen, varlığını kıyamet sabahına kadar sürdürecek engin bir deniz, bir büyük okyanus olmuş, dünyanın en büyük milleti, İbrahim milleti haline gelmiştir. Tarihi tecrübeler, Türklük denizine karışanların asla yitip kaybolmadığını, eksilip tükenmediğini, küçülüp zayıflamadığını, kaybetmediğini, önemsizleşmediğin, eriyip yok olmadığını, aksine eskiden olduğundan ve tek başına olabileceğinden hesaba sayıya sığmayacak kadar daha daha fazla büyüdüğünü, arttığını, çoğaldığını, olgunlaştığını, kemale erdiğini, güçlendiğini, kuvvetlendiğini, kazandığını, o büyük varlık ve birlik içinde kendi varlığını da garantiye aldığını göstermiştir. Ona katılmakla hiç kimse en ufak bir zarar uğramamıştır. Ona katılanların kazançları ise matematik hesaplarla bile ölçülemez. Çünkü bu birlik öyle 1+1=2 gibi bir birlik değildir. 11, 111, 1111 gibi birleştikçe ona katılanların değerlerini ve kazançlarını onu oluşturan unsurların toplam değerleriyle ölçülemeyecek oranda artıran bir birliktir. Bu birlik, ezici, eritici, yok edici, dışlayıcı bir birlik değil, uzaklaştırıcı, barıştırıcı, bütünleştirici, güven, huzur ve barış verici bir birlik olmuştur. Coşkun akan sular seller nasıl ancak engin denizlerde huzur ve rahat bulabiliyorsa, ona koşanlar da onun bağrında kendilerine öyle güzel, uzlaştırıcı, huzurlu, mutlu bir yer bulabilmişlerdir. Bir su damlası denizin içindeyken nasıl deniz sayılıyorsa, Türklük şuuruna eren herkes de geçmişine, evveliyatına bakılmaksızın öz be öz Türk sayılmıştır. O birliğe ne zaman katıldığına, ne zamandan beri o birliğin içinde olduğuna bakılmaksızın Türk olmanın mefâhirine, şanına, şerefine ortak olmuşlardır. Ondan ayrılanlar da bunların hepsinden ayrılmış sayılmışlardır. Denizden veya okyanustan ayrılan, çekilip koparılan bir damla artık nasıl deniz ve okyanus özelliğini yitirirse, Türklük şuurunu yitiren herkes de bu özellikleri ve kazanımları yitirmiş olurlar.

Bir devletin, millet ve memleketin en büyük gücü ve zenginliği, milli birlik ve beraberliğidir. Toplumsal barış ve düzen ancak birlik ve beraberlikle sağlanır. Aşık Paşa’nın (1272-1353):
Pes bilin: Yalnız kişi güçsüz olur,
Birikenin devleti uçsuz olur.
Dediği gibi birlik ve beraberlikten devlet, güç, kuvvet ve emniyet doğar. İnsanca yaşamanın yolu, birlik ve beraberlikten geçer. Birlik beraberlik her şeyin başıdır. Baş başa vermeyince taş yerinden oynamaz. Her türlü ilerleme ve gelişme birlik ve beraberlikten, birlik ve beraberliği sürdürmekten geçer. Her başarı, birlikte elbirliğiyle gönül birliğiyle çalışmakla, fikirde, sözde ve işte birlikle ve beraberlikle kazanılabilir.
“Zıtların sulhuyla mümkündür hayat,
Zıtların cengiyledir lakin memât (ölüm).” (Hazreti Mevlana)
Başta Türk Milletinin ulu bilgesi Dede Korkut olmak üzere, Türk Milletinin özünü ruhunu, yani derin milleti temsil eden bütün önemli şairlerimiz, ozanlarımız, ilim ve fikir adamlarımız hep birlik ve beraberlik havaları çalmışlar, birliğin, beraberliğin devamına çok önem vermişler, bunun bozulmasını bütün felaketlerin başı olarak değerlendirmişlerdir. Birlik ve beraberlik fikrinin, düşüncesinin, ülkü ve idealinin formüle edildiği, sloganlaştırıldığı, şiar, slogan, düstur haline gitirildiği sayısız beyitler, şiirler, deyimler, özdeyişler, atasözlerimiz vardır. Bunlar halkın geniş kesimleri tarafından da genel kabul ve rağbet görmüş, o yüzden hiç eskimeden günümüze kadar gelebilmişlerdir. ‘Varlık birlikle yaşar!’, ‘Düzen bozulunca, yıkım yıkım üstüne gelir!’, ‘Rahmet düzene, lanet bozana!’, ‘Sensiz bir eksiğiz, seninle tamız’, ‘Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için’ ‘Gelin canlar bir olalım!’, ‘Bir olalım, beraber olalım, daha iri ve daha diri olalım!’ gibi atasözleri ve özdeyişler bunlardandır.
Türk Milletini bütün etnik unsurlarıyla, boylarıyla soylarıyla, kavim ve kabileleriyle, uluslarıyla var eden, varlıklarını bugüne kadar sürdürmelerini sağlayan da bu eğilimdir. Her zaman bu birliği bozmanın en büyük fitne ve fesat olacağına, buna asla imkan ve fırsat verilmemesi gerektiğine, ayrıca bunun en büyük zararlarının da öncelikle onu bozanlara, bozmaya çalışanlara olacağına, şimdiye kadar bunun hep böyle olduğuna, bundan sonra da böyle olacağına inanılmıştır. Dede Korkut ve onun izinde giden ozanlarımız, Türk Milletinin birlik ve beraberliğini bozanların, bozmaya çalışanların; dininin, imanının, ırzının, namusunun, kanının, canının, malının, mülkünün, adının, sanının, şanının, şöhretinin, şerefinin, özünün, sözünün, dilinin, emeğinin, gayretinin, kısacası her şeyinin yitip, heder olup gideceğini, böylelerine Allah’ın rahmet, başka insanların ve Müslümanların da merhamet etmeyeceğini, varlıklarını asla sürdüremeyecek olan böylelerinin ardından yerlerin ve göklerin bile ağlamayacağını asırlardan beri bazen sembolik ifade ve anlatımlarla, bazen de açıktan açığa ama sürekli olarak işlemişler ve dillendirmişlerdir.

Mevlana’dan

Beni yabancı bilmeyin, ben de artık bu ildenim,
Bir ocak da ben yakmak için, ülkenize gelmişim.
Farsça konuşan, yazan ama Türk asıllı biriyim.
Siz beni düşman görseniz de ben size düşman değilim!

Beri gel beri, daha beri, daha beri!
Bu yol vuruculuk böyle, nereye dek?
Bu hır gür, bu savaş, nereye dek?
Sen bensin işte, ben de senim ya!
Ne diye bu direnme böyle, ne diye?

Dostum!
Her zaman topluluğa dost ol!
Topluluktan, birlik ve beraberlikten sakın ayrılma!
Engin bir deniz olmak varken,
Kendi başına zavallı tek bir katre olmaya razı olma!
Mademki denizi özlüyorsun, öyleyse katreliği yok et gitsin!

Eğer dostun yoksa niçin aramıyorsun?
Eğer dost buldunsa niçin sevinmiyorsun?

Topluluk içinde olursan ve içinde bulunduğun topluluk ne kadar büyük olursa o kadar güvende olursun…
Bu yüzden bir dost bulamazsan, bari taştan bir dost yont da, onu sev!

Peygamberler bile hep topluluklarla çalıştılar, kendilerine ümmet aradılar.
Tek başlarına kalmamak için insanları sürekli Allah’ın yoluna çağırdılar.
Mucizeler göstererek, bu dosdoğru yolda yoldaşlarını artırmaya çalıştılar.
En iyi en güzel işler, en hayırlı sonuçlar, hep en iyi topluluklardan meydana gelir.

Hazreti Peygamber: ‘Topluluk rahmettir, ayrılık azap!’ buyurmuş.
Herkesin bu gerçeğin farkında olduğunu sanarız, hâlbuki hiç de öyle değildir.
Eğer herkes topluluğun, birlik ve beraberliğin rahmet,
Ayrılık ve tefrikanın azap olduğu gerçeğinin farkında olsaydı, Hazreti Peygamber boş yere bunu dile getirmezdi.
Çünkü Peygamberin şanı faydasız, boş ve abes şeyleri anmaktan yücedir.

Temiz canların, bir araya gelip topluluk oluşturmalarıyla çok büyük eserler ve faydalar elde edilir.
İnsan, ne kadar üstün niteliklere sahip olursa olsun, tek başına ve yalnızken bu eserler ve faydalar hâsıl olmaz.
İnsanın dertlerini paylaşabildiği iyi ve güzel dostları çoğaldıkça, derdi azalır.
Bu yüzden hayırlı arkadaş yalnızlıktan hayırlıdır.
Ama nice insanlar da yanlış dostlar yüzünden yol sapıtmışlardır.
Bu yüzden de yalnızlık, kötülerle yoldaş ve arkadaş olmaktan hayırlıdır. Akla düşman olan yoldaş, yoldaş değildir.
O, sürekli senin elbiseni, değerli eşyalarını kapıp kaçmak için, bir fırsat kollar.
Seninle beraber gider ama amacı bir aşılmaz bele, geçit vermez dar bir boğaza geldiğinizde senin varını yoğunu yağma etmektir.
Yahut da o yoldaş sandığın kimse, görünüşte cesurdur ama korkağın ta kendisidir.
Çözümü zor ve sıkıntılı bir problem, aşılması güç, sarp bir engelle veya sıkıntılı bir işle karşılaştın mı?
Hemen gerisin geri dönmek için sana akıllar, dersler vermeye kalkar. Korkaklığından dostunu da korkutur.
Böyle yoldaşı da düşman bil, dost değil!
Yoldaki bu korkular, unu kepekten ayıran elek gibi,
İnsanların da yüreklilerini yüreksizlerinden, iyilerini kötülerinden ayırt eder.
Bu yol, daha önce gidenlerin ayak izleriyle dopdolu, sağlam bir yoldur.
Gerçek dost da yüceliklere uzatılmış merdiven gibidir.
Aklıyla, rey ve tedbiriyle sana her an yol gösterir, seni yüceltir.

Düşmanın amacı, seni önce bütünden ayırmak,
Kimsiz, kimsesiz, sahipsiz bir parça haline getirmek,
Sonra da bir kenarda rahatça başını yemek, helak etmek, mah¬vedip gitmektir.
Öyleyse, seni birlikten beraberlikten ayırmak için söylenen her sözü, düşmanların hilesi bil!
Bil ki topluluktan bir an bile ayrılmak şeytanın hilesindendir.
Bir kuzu, sürüden ayrılıp, tek başına bir yol tutarsa,
Kurtlar onu hemen kapıp yiyiverirler.
Kurtlardan daha vahşi yırtıcılarla dolu şu dünyada,
Topluluktan ayrılanlar, birlik ve beraberliği terk edenler,
Söyleyin, öncelikle kendi başlarını yemezler mi?
Kendi kanlarını dökmezler mi?
Tek başına, yolsuz, yoldaşsız kalan,
Helak olup gitmiş demektir.

Tutalım ki sen, akıllı, tedbirli, ihtiyatlı bir kimsesin de, yolda seni kurtlar kapmadı. İyi ama toplulukla beraber olmadıkça, o topluluk içinde bulduğun neşeyi tek başına bulamazsın ki!
Bir yolda yalnız olarak güle oynaya giden tek kişinin neşesi, aynı yolu dostlarıyla, yoldaşlarıyla giderse en az yüz kat artar.
Kervandan ayrılıp, aynı yolu yalnız gitmeye kalkarsa, o yol ona yüz kat daha uzar, yorgunluk ve çilesi de o derece artar.
İnsanın yeni dostları pek yüce, pek ulu olsa bile yine de eski dostlarını unutmamalıdır.

Dostlarını unutup terk edenler düşmanlarını sevindirirler.
Düşman, senin dostlarından ayrılıp uzaklaştığını gördükçe ve duydukça,
Öyle sevinir, öyle sevinir ki, sevincinden âdeta derisine sığmaz olur.
Aklını başına al da, düşmanları sevindirecek işler yapma!

Ey gönlünü sevgiliden ayıran dostum!
Dosttan yüz çevirmek sanki daha mı iyi oldu?
Sen gönlünü dostundan ayırdın diye?
Düşman, sevincinden derisine sığmıyor.

Dostlar, dostlar! Birbirinizden ayrılmayın!
Sakın ola ki ayrılık havaları çalmayın!
Hep birlik ve beraberlik havaları çalın!
Kaçıp uzaklaşma heveslerini kafanızdan atın!
Mademki hepiniz birsiniz, ikilik havası çalmayın!
Vefâ sultanı emrediyor: ‘Vefâsızlık etmeyin!
Yunus Emre’den:

Hırsına kapılanlar
Nefse esir olanlar
Kendi tatlı canına
Yavuz yoldaşa benzer

Burada çoktur hayal
Vasfına yoktur mecal
Hayale aldananlar
Sıcakta kara benzer

Olmaz yere verdin gönül,
Dost neylesin senin ile

II. Beyazıt’tan:

Kendi kendine ettiğin âdem,
Bir yere gelse, edemez âlem!

Yavuz Sultan Selim’den:

Milletimde ihtilâf-u tefrîka endişesi,
Gûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.

İttihatken savlet-i a’dayı def’e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dâğidâr eyler beni.

(Milletimin arasında ihtilaf, çatışma ve bölünme çıkacak korkusu ve endişesi, beni sadece dünya hayatımda değil, öldükten sonra, mezarımın köşesinde bile rahatsız ve huzursuz eder. Bizim düşmanlarımızın saldırılarını birlik ve beraberlikle savmaktan başka hiçbir çaremiz yokken, milletin birlik ve beraberlik içinde olmaması, bana kızgın demirlerle dağlanmış gibi acı verir.)
Dede Korkut’tan:

İlinle et dirlik, birlik!
Sakın çıkarma ikilik!
İlinle ol ağzı bir!
İhtilafı kötü bil!

İhtilaflar tek çözülmez!
Daim işler böyle gitmez!
Ayrılırsan eğrilirsin
Bahtını sen kaçırırsın

İl’inden düşersen uzak!
Düşman duyar, kurar tuzak!
Dostlarını terk edersen
Düşmanınla tek kalırsın

Düşman göz dikmiş üstüne
Hiç durmaz varır kastına
Düşmanlar bekler pusuda
Kalırsın ayak altında

Kim yetişir imdadına
Kim karşı kor düşmanına
Yetişen seni yağmalar
Tek kalan çamura batar

Gelin kulak verin bana!
Düşman dokunmasın sana
Tanrı sevmez ihtilafı
Lanetler ayrılıkçıları
Huzursuzluk çıkarma!
Kötü yolda dolanma!

BİRLİK DESTANI
AŞIK VEYSEL
Allah birdir, Peygamber Hak
Rabbül âlemindir mutlak
Senlik, benlik nedir bırak!
Söyleyim geldi sırası

Kürdü, Türkü ne Çerkezi
Hep Adem’in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi

Kuran’a bak, İncil’e bak
Dört kitabın dördü de Hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası

Yezit nedir ne Kızılbaş?
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar, bizim ataş
Söndürmektir tek çaresi

Kişi ne çeker dilinden
Hem belinden hem elinden
Hayır ve şer emelinden
Hakikat bunun burası

Şu âlemi yaratan bir
Odur küllü şeye kadir
Alevi Sünnilik nedir
Menfaattir var varası

Cümle canlı bu topraktan
Var olmuştur emir Haktan
Rahmet dile sen Allah’tan
Tükenmez rahmet deryası

Veysel, sapma sağa sola
Sen Allah’tan birlik dile
İkilikten gelir bela
Dava insanlık davası
YİNE AŞIK VEYSEL’DEN

Bu nasıl kavgalar, çirkin dövüşler
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız
Yolumuza engel olur bu işler
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız

Hedef alıp dövüştüğün kardaşın
Seni yaralıyor attığın taşın
Topluma zararlı yersiz savaşın
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız

BİRLİK VE BERABERLİK ŞAİRİ MEHMET AKİF

Tarih boyunca biz, ayrılık ve gayrilikten başka hiçbir düşmana yenilmemişizdir, desek bu hiç de abartılı bir iddia olmaz. Hiçbir güç bize boyun eğdiremezdi ve eğdiremedi de… Biraz araştırdığımızda, her yenilgimizin arkasında ayrılık, gayrilik, bölücülük fitnesinin ve fesadının çirkin yüzünü görürüz. Başımıza gelen her yenilgi, acı, elem, keder, bela, bozgun, utanç, mutlaka ayrılık, gayrilik yüzünden ve onlarla beraber gelmiştir.
Son büyük bozgunumuzda da, bizi yenen, başımıza bunca felaketleri getiren başka bir şey değil, dinimizin, devletimizin, milletimizin en büyük düşmanı olan tefrika, bölücülük, ayrılık, gayrilik davası ve düşüncesiydi. O yüzden bizim gerçek düşmanımız hiç kimse değil, sadece ayrılık gayriliktir, bölücülüktür. Her türlü kin, düşmanlık, fitne, fesat, tefrika, yenilgi hep o uğursuz anadan doğmuştur.
Bizi bir araya getiren ve bir arada tutan birlik beraberlik duygusunu, fikrini, anlayışını, bunun unsurlarını, yararlarını ve gerekliliğini en iyi terennüm eden, bunun için en çok çırpınan şairimiz de Mehmet Akif olmuştur.
Ayrılıkların sebep olduğu felaketleri, acı ve ızdırapları onun kadar derinden hissetmiş, onun kadar iyi ifade edebilmiş, bunlar için onun kadar içten ve yüksek sesle feryat ve figan etmiş başka bir şairimiz yok gibidir.
Ondaki birlik beraberlik duygusu ve düşüncesi, ne dışarıdan ithal, ne de kendisi tarafından uydurulmuş gel-geç heveslerdir. Onun bu duygu ve düşüncelerinin bizim tarihimizde, kültürümüzde ve inançlarımızda çok derin kökleri, temelleri vardır. Bunları anlamadan, ondaki bu hassasiyetlerin nedenini ve temelini anlayabilmek ve anlatabilmek mümkün değildir.
Türk milleti var olduğu günden beri hiçbir zaman ırka, kan bağına, soy sop birliğine dayanan bir medeniyet ve devlet kurma peşinde koşmamıştır. Dünyanın her tarafına dağılmış, gittiği yerlerdeki insanlarla kaynaşıp karışmış, onlarla sağlam birliktelikler kurabilmiş, onlardan medeniyet unsurları almış ve onlara da çok şey katmıştır. Türklerin gittikleri yere nasıl uyum sağladıklarını Mevlana ne güzel anlatır:

Beni yabancı bilmeyin, ben de artık bu ildenim,
Bir ocak da ben yakmak için, ülkenize gelmişim.
Gördüğünüz gibi Farsça konuşan, Türk asıllı biriyim.
Siz beni düşman görseniz de ben size düşman değilim,

Türk Milletinde bölünüp parçalanma tehlikesini, ayrılık gayrılığa düşme endişesini ve korkusunu ilk defa ve en derinden hisseden her halde Büyük Hun İmparatoru Oğuz Han olmuştur. Çünkü tarihte ilk defa, bütün Türkleri tek bir imparatorluk çatısı ve bayrağı altında toplamayı o başarabilmişti ve bu iş hiç de öyle göründüğü kadar kolay olmamıştı. Ölümü yaklaştığında altı oğlunu yanına çağırdı. Orta kalınlıkta altı sopayı sıkıca birbirine bağladı ve oğullarından bunu kırmalarını istedi. Hepsi, sırayla bu desteyi kırabilmek ve babalarının gözüne girebilmek için çok uğraştılar. Bütün hünerlerini gösterdiler, güç ve kuvvetlerini kullandılar ama hiç birisi desteyi kırmayı başaramadı. Hepsi mahcup bir şekilde bu işi yapamayacaklarını söylediler. Oğuz Han, bu sefer desteyi bozup, hepsine birer sopa verdi. “Şimdi deneyin bakalım, kırabilecek misiniz?” dedi. Hepsi güçlü kuvvetli gençler oldukları için, hiç zorlanmadan sopaları hemencecik kırıverdiler. Bunun üzerine Oğuz Han, oğullarına şu öğüdü verdi: “Oğullarım! İşte siz de eğer bu deste gibi birlik ve beraberlik içinde, birbirinize bağlı, tutkun, yardımcı, destekçi olursanız, hiç kimse sizi yenemez, eğip bükemez, kıramaz. Ama birlik, beraberlik, dayanışma içinde olmaz, güç birliği yapmaz, ayrılık sevdasına düşer, tek başınıza kalırsanız, düşmanlarınız sizi kolayca yenerler. Şu tek tek sopaları kırdığınız gibi sizi kırarlar, bölerler, paramparça, darmadağın ederler! Ancak bir olursanız, var olabilirsiniz. Unutmayın ki, birlikten güç, kuvvet ve başarı doğar. Akıllı olun, hiç kimsenin ve hiçbir şeyin birliğinizi, bütünlüğünüzü bozmasına izin vermeyin! Birbirinize kızmayın, gücenmeyin, birbirinizi sevin ve yüceltin!”

Bin yıldan beri mensubu olmakla iftihar ettiğimiz, onu yüceltip onunla yüceldiğimiz yüce dinimizin temel kaynaklarındaki en kesin emirler de birlik ve beraberlik üzerinedir.
“Birbirimizi sevmek, affetmek, hoş görmek, birbirimize acımak, tevazu kanatlarımızı birbirimiz için indirmek, aynı sağlam duvarın yapı taşları gibi birbirimize kenetlenmek, bölünüp parçalanmamak, birbirimizle çekişip dövüşmemek, didişip kavga etmemek, çatışmamak, bizi birleştiren, bir araya getiren, bir arada tutan şeylere sımsıkı sarılmak, kardeşten daha ileri kardeş olmak, birlik ve beraberlikten asla ayrılmamak, kötülük için değil iyilik ve güzellik için, kimsenin zararına değil, herkesin yararına birleşmek, hayırda yarışmak, ayrılık, tefrika ve fitne uçurumlarından uzak durmak”
Kutsal Kitabımızın ve Yüce Peygamberimizin bize en açık emirlerindendir. Öte yandan yine dinimizin ana kaynaklarında geçen;
“Her güzelliğin, başarı, huzur ve mutluluğun birlik ve beraberlikte olduğu, birbirimizle çekişmenin bizi gücü, kuvveti dağılmış korkulara açık topluluklar haline getireceği, birlikten kuvvet doğacağı, ayrılığın azap getireceği, bölücülüğün, bozgunculuğun fitnenin haksız yere adam öldürmekten ve kan dökmekten daha kötü olduğu, birlik ve beraberlikten bir karış bile ayrılınmaması gerektiği, birbirini terk edenleri Allah’ın da terk edeceği, ayrılığa düşenlerin başlarına düşmanlarının üşüşeceği, birbirini sevmeyenlerin gerçek anlamda inanmış sayılmayacakları, daima bizi birbirimize sevdirecek işler peşinde koşmamız gerektiği, yoksa yerin üstünde de, altında da rahat yüzü görmeyeceğimiz”
yolundaki öğütler, emirler, yasaklar sayılmayacak kadar çoktur.
Dede Korkut, Hoca Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Yunus Emre, Şeyh Edebali gibi din ulularımız ve kültür mimarlarımız da bize sürekli birlik ve beraberlik içinde yaşamayı, her geçen gün daha iri ve daha diri olmayı öğütlemişlerdir.

İşte Oğuzların Ulu Bilgesi Dede Korkut’tan, milletine birlik çağrıları:

İl’inden hiç düşme uzak
Kurar sana düşman tuzak
İlinle olursan ağzı bir,
Hem ağzı hem sözü bir
Düşman dokunamaz sana
Gelin kulak verin bana

Ayrılırsan eğrilirsin
Bahtını sen kaçırırsın
İhtilaflar tek çözülmez
Daim işler böyle gitmez

Kalırsın ayaklar altında
Düşmanlar bekler ardında
Seni yağmalar her yetişen
Çamura batar tek kalan

Düşmanın gözü üstünde
Hemen saldırır kastına
Kim yetişir imdadına
Düşmanı kim çaresiz kor
İhtilafı Tanrı kargışlar
Ayrılıkçılara Tanrı kızar

İl-ulusa yardım et
Hizmetini ona kat
İlden habersiz kalma
Ondan ayrı iş tutma
Maksatsız sıra verme
Zor işlere tek gitme
Bu yana ayak basma
Düşmana sırrın açma
Olsun ilin ağzı bir
İhtilafı kötü bil
İyilerden ad kalır
Kötülerden dert kalır

Hazreti Mevlana’nın değişik eserlerinde en çok işlediği konuların başında, birlik ve beraberlik gelir. Der ki, Hazreti Mevlana:

“Her zaman topluluğa dost ol, topluluktan, birlik ve beraberlikten asla ayrılma! Engin bir deniz olmak varken, kendi başına zavallı tek bir katre olmaya razı olma! Topluluk içinde olursan ve içinde bulunduğun topluluk ne kadar büyük olursa o kadar güvende olursun.
Bir kuzu, sürüden ayrılıp, tek başına bir yol tutarsa, kurtlar onu hemen kapıp yiyiverirler. Kurtlardan daha vahşi yırtıcılarla dolu şu dünyada, topluluktan ayrılanlar, birlik ve beraberliği terk edenler, öncelikle kendi başlarını yemezler, kendi kanlarını dökmezler de ne yaparlar? Tek başına, yolsuz, yoldaşsız kalan, helak olup gitmiş demektir.
Düşmanın amacı, seni önce bütünden ayırmak, kimsiz, kimsesiz, sahipsiz bir parça haline getirmek, sonra da bir kenarda rahatça başını yemek, helak etmek, mah¬vedip gitmektir. Öyleyse, seni birlikten beraberlikten ayırmak için söylenen her sözü düşmanların hilesi bil! Düşman, senin dostlarından ayrılıp uzaklaştığını gördükçe ve duydukça öyle sevinir, öyle sevinir ki, sevincinden âdeta derisine sığmaz olur. Aklını başına al da, düşmanları sevindirecek işler yapma!

Ey gönlünü sevgiliden ayıran dostum!
Dosttan yüz çevirmek sanki daha mı iyi oldu?
Sen gönlünü dostundan ayırdın diye?
Düşman, sevincinden derisine sığmıyor.

Hazreti Mevlana’nın herkese yönelik bu öğütlerinden başka, yönetim sorumluluğunu üstlenenlere de özel öğütleri vardır. Toplumu yönetmeyi çobanlığa benzeterek, onlardan Musa Peygamber gibi sürüsündeki her koyunu seven, onları her türlü tehlikeden korumak için canla başla çalışan, onlara sahip çıkan, merhametli, hoşgörülü, akıllı, tedbirli, iyi ve örnek çobanlar olmalarını ister.
Çobanlığı döneminde bir gün, Musa’nın güttüğü sürüden bir koyun kaçmış, sürüyü bırakarak gözden kaybolmuştu. Musa, koyunun kaybolduğunu fark edince, hemen peşine düşüp aramaya başladı. Koyunun izini sürerek, dere, tepe, dağ, taş, düz, ova her yeri gezdi, dolaştı. Yürümekten ayaklarının altı şişip, kabardı, su topladı, ama o yine de kayıp koyununu aramaktan vazgeçmedi. Ayakları iyice şişip çarığa sığmaz olunca, onları da çıkarıp yalınayak yürümeye devam etti. Her attığı adımda, acısı daha çok arttığı halde, koyunu kendi haline bırakmaya gönlü razı olmuyordu. Ancak akşama doğru, koyuncağız kaçmaktan yorulup kalınca ve artık kaçamaz hale gelince, Hazreti Musa koyunu yakalayabildi.
Hazreti Musa, koyununu bulunca çok sevindi. Hemen koşup sevgi ve merhametle koyunun boynuna sarıldı. Azıcık da olsa ona kızmadı, öfkelenmedi. Koyunun sırtını, başını okşamaya, ana ile kuzu misali onu sevmeye koyuldu. Kendi çektiği acıları, zahmet ve sıkıntıları hiç aklına getirmedi. Yalnızca koyuna acıyor, onun için gözlerinden yaşlar döküyor, sanki söz anlarmış gibi onunla sohbet ediyordu. Koyuna:
-Ey benim, sevgili, canım koyunum! Neden sürünü bırakıp da kaçtın? Kaçmakla eline ne geçti? Ya ben seni bulamadan, bir kurda çatsaydın, halin ne olurdu? Tutalım ki bana acımıyorsun, kendine niye acımıyor, böyle zulmediyorsun? Yazık değil mi sana? diye nasihat ediyor, onu sakinleştirmeye, teselli etmeye çalışıyor, kendi çektiği acılar için ona hiç öfke belirtisi göstermiyordu.
Onun bu davranışı Allah’ın da hoşuna gitmiş ve meleklerine: ‘Peygamberlik, yani âlemin çobanlığı demek olan benim elçilik görevimi üstlenmek Musa’ya yakışır! Buyurmuştu. İşte her buyruk sahibinin de insanlara çobanlık ederken, böyle iyi çobanları örnek alması, yönetimi altındakilere anlayışlı, hoşgörülü davranması, halim, yumuşak huylu olması, akıl ve tedbirle iş görmesi lazımdır.

Konu çobanlığa gelmişken, hemen geçmek olmaz. Çobanlık üzerinde biraz daha detaylıca durulmasında yarar olabilir. Bir zamanlar bizde çobanlık, kutsal bir meslekti. Bir çobanda aranan en önemli özellik de, iyi kaval çalabilmesiydi. Bir çobanın mesleğindeki hüneri ve başarısı, ne kadar iyi kaval çalabildiği ile ölçülürdü. Çoban, sürüsünü kavalından çıkan nağmelerle yönetir, sürüyü onunla bir arada tutar, sürüye söyleyeceği her şeyi onunla anlatır, istediği yere onun nağmeleriyle götürür getirirdi. Bizim masallarımız, hikâyelerimiz, destanlarımız, tuza çekilmiş, susuzluktan kıvranan koskoca sürüyü gürül gürül akan suya götürüp de, çaldığı kaval nağmeleriyle bir yudum bile su içirmeden suyun başından geri döndürebilen çobanların hünerleriyle doludur.

Milletimiz de, tarih boyunca başındaki hünerli çobanlarla nice aşılmaz engelleri aşmış, yenilmez düşmanları yenmiş, nice zorlukların, dert ve sıkıntıların üstesinden gelmiştir. Birlik ve beraberlik havalarını iyi çalabilen yöneticilerimiz, milletimizi büyük tehlikelerden kurtardılar, yücelttiler, yükselttiler, büyüttüler, çıplakken giydirdiler, az iken çok, aç iken tok ettiler. Geçmişte olduğu gibi bugünümüz ve yarınlarımız da, bizi birbirimize yaklaştıracak ve bağlayacak iyi birlik ve beraberlik havaları besteleyebilmemize ve çalabilmemize bağlı. Mevlana asırlar öncesinden bizleri uyarıyor:

Dostlar, dostlar! Birbirinizden ayrılmayın!
Kaçıp uzaklaşma heveslerini kafanızdan atın!
Mademki hepiniz birsiniz, ikilik havası çalmayın!
Vefâ sultanı emrediyor: ‘Vefâsızlık etmeyin!

Bugünün karmaşık dünyasında, birlik ve beraberliğin sağlanmasında, artık sadece kaval gibi tek tük enstrümanlar da yetmiyor. Çok daha başka enstrümanlara, çok daha güzel şarkılara, bestelere ve senfonilere ihtiyaç var. Ama bizim zengin geçmişimiz ve tecrübelerimiz bize bu konuda da paha biçilmez bir zenginlik sunuyor. Yeter ki yararlanmasını bilelim. Ne yazık ki, bizim sürüdekilerin çoğu artık kendi şarkılarını unutmuşlar da, başka havalara uymaya, başka sesleri duymaya başlamışlar, kendi sürülerini terk ederek başka sürülere katılmaya can atar olmuşlar. Yaşanan bunca tecrübeye ve birikime rağmen, artık güzel birlik ve beraberlik havaları besteleyip çalamamamız, aksine ayrılık havalarına merak salmamız, bizi birbirimizden ayırmak için bestelenmiş bestelere kulak vererek kulaklarımızdan zehirlenmemiz ne garip bir çılgınlık ve deliliktir.
Osmanlı Devletinin manevi mimarı Şeyh Edebali, Osman Gazi’ye görev ve sorumluluklarını hatırlatırken, bir devlet başkanı olarak birincil görevinin toplumda birlik ve beraberliği sağlamak olduğunu söyler ve şöyle der:
“Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana… Suçlamak bize; katlanmak sana… Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana! Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlamak sana… Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana… Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.. Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı…
Milletinin irfanını daima içinde yaşat! Ona sırt çevirme! Bilesin ki, toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır. İnancını kaybedersen yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!
Haklı olduğun işte, mücadeleye girmekten korkma! Yükseklerde yer tutanların, aşağıdakiler kadar güvende olamayacaklarını unutma! Cesareti olmayanlar hiç yükselmesinler!
Gidenin değil, hiçbir şey bırakmadan gidenin ardından ağlamalıdır… Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli, daha ileriye götürmelidir.
Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın…”
Yavuz Sultan Selim ise, millet içinde çıkabilecek ihtilaf, tefrika, ayrılık gayrılık, çatışma ve bölünme korkusundan ve endişesinden, sadece sağlığında değil, öldükten sonra ve mezarında bile kurtulamayacağını şu mısralarıyla ne güzel ifade ediyor:

Milletimde ihtilâf-u tefrîka endişesi,
Gûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.

İttihatken savlet-i a’dayı def’e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dâğidâr eyler beni.

Bu muhteşem dizeleri, günümüz Türkçesiyle daha anlaşılır hale getirmeye çalışırsak, şöyle tekrarlayabiliriz:

Milletimde çatışma, bölünme olacak endişesi,
Mezarımın köşesinde bile huzursuz eder beni.
Saldırgan düşmanlara karşı birleşmek, tek çaremizken.
Milletin birlik olmaması kızgın demirlerle dağlar beni.

Mehmet Akif Ersoy da, birlik ve beraberliğe çağıran, tefrikadan ayrılık gayrılıktan sakındıran dinimizin, inancımızın, din ve devlet ulularımızın uyarılarını en iyi anlamış, bellemiş ve içselleştirmiş şairimizdir.

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez.
Toplu vurdukça kalpler onu top sindiremez.
Milletimizin en büyük düşmanının her dönemde fitne, fesat, nifak ve şikak olduğunu her zaman vurgulayan, aramıza sokulan fitneleri, fesatları, fırkacılıkları, kavmiyetçilikleri, her türlü ayrılık, gayrilik sebeplerini ebediyen çiğneyerek el ele baş başa vermemiz gerektiğini en gür sesiyle haykıran Akif milletine şöyle sesleniyordu:
“Milletler topla, tüfekle, zırhlılarla, ordularla, uçaklarla, silahlarla yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar, bağlar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına düştüğü zaman yıkılır… İslâm tarihini şöyle bir gözden geçirecek olursak, güneyde, kuzeyde, doğuda, batıda yıkılmış ne kadar Müslüman devletler varsa hepsinin tefrika yüzünden aralarına sokulan fitneler, fesatlar, nifaklar, şikaklar yüzünden bağımsızlıklarına veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Ecdadımız bize kanları, canları pahasına alarak emanet ettikleri, yadigar bıraktıkları o koca iklimleri, o dünyanın en zengin, en verimli topraklarını vere vere bugün avuç içi kadar yere tıkıldık, kaldık. Haydi diyelim ki evvelce düşman önünden perişan bir halde kaçarken, arkada sığınabilecek barınabilecek bir ocak yahut bir bucak bulabiliyorduk. Fakat gözünüzü açınız, iyice bilmiş olunuz ki artık dinimizi, imanımızı, ırzımızı, namusumuzu, çoluğumuzu, çocuğumuzu barındırabilmek için arkamızda hiçbir yer kalmamıştır. Şayet düşmanların hilelerine, tezvirlerine, yalanlarına kapılarak birbirimize girmeye, birbirimizin kanını içmeye bir süre daha devam edecek olursak, Allah korusun bu son Müslüman ülke de ayaklar altında çiğnenip gidecektir.”
Birlik ve beraberliğimizi bölmeye, bozmaya, çözmeye uğraşan yıkıcı, bölücü, bozguncu, fitnecilere ve onların asit ve kezzap gibi fikir ve eylemlerine karşı, bugün de Mehmet Akif gibi uzlaştırıcılara, kaynaştırıcılara, birleştiricilere ve onların bize yeniden hayat suyu olacak fikir, düşünce ve eylemlerine ne kadar da çok ihtiyacımız var!

1214 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir