BİRLİK VE BERABERLİK ŞUURU

Birlik ve beraberliğin önemini en iyi kavramış, bunun şuuruna en iyi varmış Türk-İslam düşünürlerinden biri de Mevlana’dır. O ömrü boyunca hep, Kur’an’ın, aklın, mantığın, geçmiş tecrübelerin ışığında her türlü yol ve yöntemlerle, en güzel örneklerle hem yöneticileri, hem de halkı daha fazla birlik ve beraberliğe, dirlik ve düzenliğe çağırmış, bu yönde herkese görevlerini ayrı ayrı hatırlatmaya çalışmıştır. Türk İslam tarihinin en zor dönemlerinden birinde yaşamış olan Mevlana, toplumda, ikilik, ayrılık, gayrılık, fitne, fesat, bölücülük havası çalanlara karşı, birlik ve beraberlik havası çalanların başı, adeta bir orkestra şefi rolünü ve görevini başarıyla yerine getirebilmiştir.
Mevlana, bir toplumda birlik ve beraberliği sağlamanın sadece belli idarecilerin, yöneticilerin, seçkinlerin, seçilmişlerin görevi olmadığının, dolayısıyla sırf bunların çaba ve gayretlerinin asla yeterli olamayacağının, bu konuda tek tek fertlere ve toplumun tamamına da çok önemli görevler ve sorumluluklar düştüğünün çok iyi bilincinde ve ayırdındaydı. Ona göre, hiç kimse, kendisini bu görev ve sorumluluklardan muaf görmemeli, üzerine düşen görev ve sorumlulukları görmezden gelmemeli, bu yönde ve bu amaçla yapabileceği en küçük katkıları bile küçümsememeli, ihmal etmemelidir.
Her anlatmak istediği şeyi değişik örneklerle, misallerle anlatmayı bir metot olarak seçmiş bulunan Mevlana, Müslüman bir toplumda toplumun her ferdinin nasıl bir birlik, beraberlik şuuru, bilinci ve anlayışı içinde davranması gerektiğini, damlalıktan kurtulup aslı olan deniz haline gelmek isteyen bir damla örneğiyle şöyle anlatır:
Büyük bir sel olduğunda, sular birbirinin eli ayağı, bineği, durağı kesilirler de bütün güçleriyle kuvvetleriyle dağlardan, tepelerden, vadilerden, âşıkçasına, çoşa köpüre denize doğru akarlar, en nihayetinde de denize ulaşırlar, hep birden yeniden deniz olurlar. Su damlacıklarının, damlalıktan kurtulup deniz olmak, ayrı düştükleri ve asılları olan denize tekrar ulaşmak için, birbirlerine yardımcı ve destek olmaları çok güzel ve ibret alınmaya değer bir olaydır. Büyük bir birlik ve beraberlik şuuruyla hedeflerine varabilmek için, sanki binlerce elleri, binlerce ayakları varmış gibi, birbirlerine sarılırlar, tutunurlar, birbirlerinden güç ve kuvvet alırlar da dağlardan, tepelerden, vadilerden akıp inerler, ovaları aşarlar, çölleri geçerler, binlerce kilometrelik zorlu yolları ve engelleri geride bırakırlar. Her bir damla sanki: ‘Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak dön Rabbine! (Sure:89 (Fecr), Ayet:28) çağrısını duymuş gibi coşar, köpürür, çağıldar, naralar atar.
Aslında olan ve olması gereken, bizim onlarda hep görmeye alıştığımız şey budur, dolayısıyla bunda şaşılacak bir şey yoktur. Normal durum bu olmakla beraber, aynı yolda bir ve beraber olmak, aynı hedefe ulaşmak her zaman bu kadar kolay olmaz. Bu arada gerçekten çok zor, sarp ve güç işlere, hiç görülmemiş ve şaşılacak, başka örnek alınmaya değer olaylara da rastlanır. Örneğin, ıssız bir dağ başında veya bir mağaranın kuytu bir köşesinde yahut da uçsuz bucaksız, aman vermez bir ovada tek başına kalmış bir damlacık suyun haline ne demeli? Her damla su gibi o damlacığın da asıl madeni, aslı, vatanı, öz yurdu denizdir. Her su damlası gibi o katrecik de denizi arzular, denizin iştiyakıyla yanar tutuşur. O da her yeri el, ayak olmuş bir şekilde, kendisi gibi diğer diğer su damlalarına doğru ayağını atar, elini uzatır, onlara sarılmak, onlarla birleşmek, bütünleşmek, kucaklaşmak, bir ve beraber olmak, hep birden varmak istedikleri denize doğru can atmak ister. Peki, ama şimdi bu ıssız dağ başında tek başına, yapayalnız, elsiz, ayaksız kalmış zavallı katrecik ne yapsın? Ortada ona yardım edebilecek ne bir sel, ne de bir dostu var. Bu imkânsızlıklara ve çaresizliklere bakıp, olduğu yerde ve halde çaresiz bir şekilde bekleyip kalsın mı? Hayır, her şeye rağmen o yine de bu ayrılığı kabullenmek istemez.
Aşk ve iştiyak ayağıyla kalkar yollara düşer, düşe kalka denize doğru akmaya, koşmaya, yuvarlanmaya başlar, zevk bineğine biner de yol almaya koyulur. Ona derler ki:
-Ey zavallı, ey bîçare katre! Sen aklını mı kaçırdın? Toprak senin düşmanın, rüzgâr senin düşmanın, güneş senin düşmanın! Ulaşmayı dilediğin, düşlediğin deniz ise buralardan çok uzak! Ey elsiz, ayaksız damla! Sen bunca düşman arasından denize nasıl varacaksın? O damlacık ise hal diliyle onlara şöyle cevap verir:
-Evet, ben küçücük bir damlayım ama aslım olan o uçsuz bucaksız denize ulaşmak için içimde karşı konulmaz bir özlem var. Evet, ben çok zayıfım! Ama: ‘Şüphe yok ki Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar; bunu yüklenmekten çekindiler ve onun sorumluluğundan korktular. O emaneti insan yüklendi. Doğrusu o, çok zalim, çok bilgisizdir (Ahzab Suresi, Ayet:72)’ hükmünce ben de yerimde duramaz olmuşum. O aşkın, o sevdanın, o idealin teşvikiyle ve yardımıyla kalkmış yola çıkmışım. Dediğiniz gibi, önümdeki amansız çölün tehlikeleriyle en büyük seller bile baş edemez, bu çölde yol alamamaktan korkup titrer. Hani bir zamanlar, gökler bile bu yoldaki tehlikelerden titremiş, dağlar: ‘Ey Rabbimiz, bu emaneti bize yükleme! Bizim gücümüz bunu taşımaya yetmez!’ diye feryat etmişler, yeryüzü: ‘Ben bütün yol alanlara toprak kesilmişim ama benim canımda o güç, o kuvvet yok!’ diye Rablerine özür beyan etmişler, merhamet dilenmişlerdi. Öte yandan bir katreden ibaret olan insanın canı ise, Allah’a kulluğa, Hakka ve halka hizmete bel bağlamış ve demiş ki:

Ey Rabbim!
Hele Sen bana bir yürek ver de, bendeki yiğitliği seyret!
Hele Sen bana ‘Benim tilkim!’ de de bendeki arslanlığı gör!

Evet, ben de çok zayıfım, çok arığım, çok çaresizim ama benim canımın kulağına ‘Andolsun ki biz, Âdemoğullarını üstün kıldık! (İsra Suresi, Ayet:70)’ sesi ulaşmıştır. Artık ben, canımda o sesin Allah’tan yardım, nusret, inayet ve başarı eserlerinden başka bir ses duymuyorum. Bundan sonra ben artık ne zayıfım, ne arığım, ne de çaresizim. Allah’ın nusretiyle, yardım ve inayetiyle ben, artık dünyadaki bütün dertlerin, sorunların da çaresini bulurum!

Okluğumu eğer senin oklarınla doldurursam ben,
Yay yerine Kafdağı’nın bile belini çeker bükerim!

Ben kendime baktıkça ve kendimi gördükçe, kendi gücüme güvendikçe, sizin de bildiğiniz gibi çok zayıfım, çok güçsüzüm, hiçbir şey yapabilecek güce, kuvvete sahip değilim. O zaman bütün zayıflardan daha zayıfım; bütün çaresizlerden daha çaresizim! Ama bakışımı ve görüşümü değiştirir, kendime bakmaz, kendimi görmez de yalnızca Allah’ın lütfunu, keremini, yardımını görürsem: ‘O gün yüzler parlar, güzelleşir ve Rablerinin lütfunu bekler’ hükmünce niçin zayıf ve çaresiz olacakmışım? Niçin çaresizlere çare bulamayacakmışım? Niçin o soluğun, o zamanın mahremi kesilmeyecekmişim? (Mecâlis-i Seb’a ve Mektubattan Seçmeler, Hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı, Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayını, Konya, Haziran 2006, sayfa: 99-100).
Yalnızlık bucağı, şeytanların toplandıkları, haşir-neşir oldukları yerdir. Özellikle bu zaman, temiz dostlarından ayrılıp bir köşeye çekilmiş, kendi başına oturmaya kalkmış arslanları bile korkudan tir tir titretecek tehlikelerle dolu bir zamandır. Oysa arslana korku yakışmaz. Arslanların böyle ikilik, ayrılık, gayrılık, tefrika gibi kusurlara, hatalara, noksanlara düşmeleri, ancak şeytanların bir hilesi ve imtihanıdır. İnsandaki yüce himmet ve gayretler kemerinde bir gevşeme olursa, mutlaka hemen korkuya düşmeli, bunun çareleri arınıp bulunmalıdır.

Kemerinin düğümünü, bağını gevşemiş gördün mü?
Hemen tez elden çözülmesine engel ol, sık, pekiştir onu!

Tek başına, yolsuz, yoldaşsız kalan, helak olup gitmiş demektir. Bir kuzu, sürüden ayrılıp, tek başına bir yol tutarsa, kurtlar onu hemen kapıp yiyiverirler. Kurtlardan daha vahşi yırtıcılarla dolu şu dünyada, topluluktan ayrılanlar, birlik ve beraberliği terk edenler, öncelikle kendi başlarını yerler, kendi kanlarını dökerler.
Tutalım ki sen, çok akıllı, tedbirli, ihtiyatlı bir kimsesin de, yolda seni kurtlar kapıp parçalamadı. İyi ama toplulukla beraber olmadıkça, o topluluk içinde bulduğun neşeyi tek başına bulamazsın ki! Kervandan ayrılıp, aynı yolu yalnız gitmeye kalkan kimseye o yol, yüz kat daha uzar, yorgunluğu ve çilesi de o derece daha fazla olur. Bir yolda yalnız başına güle oynaya giden tek kişinin neşesi, aynı yolu dostlarıyla, yoldaşlarıyla giderse en az yüz kat daha artar.
Dostum! Her zaman topluluğa dost ol! Topluluktan, birlik ve beraberlikten asla ayrılma! Topluluk içinde olursan ve içinde bulunduğun topluluk ne kadar büyük olursa, o kadar güvende olursun…
Engin bir deniz olmak varken, kendi başına zavallı tek bir katre olmaya razı olma! Mademki denizi özlüyorsun, öyleyse katreliği yok et gitsin! Doğru dürüst bir dost bulamıyorsan, bari otur taştan bir dost yont da, onu sev! Eğer dostun yoksa niçin aramıyorsun? Eğer dost bulduysan niçin sevinmiyorsun?
En iyi en güzel işler, en hayırlı sonuçlar, hep en iyi topluluklardan meydana gelir. Ancak temiz canların, bir araya gelip anlamlı bir topluluk oluşturmalarıyla çok büyük eserler ve faydalar elde edilebilir. İnsan, ne kadar üstün niteliklere sahip olursa olsun, tek başına ve yalnızken bu eserler ve faydalar hâsıl olmaz. Peygamberler de hep topluluklarla çalıştılar, kendilerine ümmet aradılar. Tek başlarına kalmamak için insanları sürekli Allah’ın yoluna çağırdılar. Mucizeler göstererek, bu dosdoğru yolda yoldaşlarını artırmaya çalıştılar.
Hazreti Peygamber: ‘Topluluk rahmettir, ayrılık azap!’ buyurmuştur. İnsanların çoğu, bunun herkesin bildiği, farkında olduğu, gereğini yerine getirdiği bir gerçek olduğunu sanar, hâlbuki hiç de öyle değildir. Eğer öyle olsaydı, yani herkes topluluğun, birlik ve beraberliğin rahmet, ayrılık ve tefrikanın da azap olduğu gerçeğinin tam anlamıyla farkında olsaydı, Hazreti Peygamber boş yere bunu bir daha tekrarlamazdı. Çünkü Peygamberin şânı, faydasız, boş ve abes şeyleri anmaktan yücedir. Nitekim asırlardan beri olup bitenler, ayrılıkçılık yüzünden başımıza gelen acı felaketler, büyük bela ve musibetler, topluluğun, birlik ve beraberliğin rahmet, tefrika ve ayrılığın azap olduğu gerçeğini, bu kadar çok tekrarlanan açık uyarılara rağmen yine de tam olarak anlayıp, idrak edemediğimizi, gereğini yapamadığımızı göstermektedir.
Hayırlı dost ve arkadaş, her zaman yalnızlıktan daha hayırlıdır. Gerçek dost, yüceliklere uzatılmış merdiven gibidir. Aklıyla, rey ve tedbiriyle sana her an yol gösterir, seni yüceltir. Öyleyse sen de hemen kendine iyi ve hayırlı dostlar ve yoldaşlar ara!
Akla düşman olan yoldaş ise gerçek yoldaş değildir. Böyle yoldaşı da dost değil, düşman bil! Nitekim nice insanlar, yanlış dostlar yüzünden yol sapıtmışlardır. Bu yüzden de yalnızlık, kötülerle yoldaş ve arkadaş olmaktan hayırlıdır. O, ya senin elbiseni, değerli eşyalarını kapıp kaçmak için, sürekli fırsat kollayan bir eşkıyadır. Seninle beraber yürüse de, onun gerçek amacı bir aşılmaz bele, geçit vermez dar bir boğaza geldiğinizde senin varını yoğunu yağma etmektir. Yahut da o yoldaş sandığın kimse, görünüşte cesurdur ama korkağın ta kendisidir. Çözümü zor ve sıkıntılı bir problem, aşılması güç sarp bir engelle veya sıkıntılı bir işle karşılaştın mı, hemen gerisin geri dönmek için sana akıllar, dersler vermeye kalkar. Korkaklığından dostunu da korkutur. Böyle yoldaşı da düşman bil, dost değil!
Yoldaki bu korkular, unu kepekten ayıran elek gibi, insanların da yüreklilerini yüreksizlerinden ayırt eder. Bu yol, daha önce gidenlerin ayak izleriyle dopdolu, sağlam bir yoldur.

İnsanın yeni dostları pek yüce, pek ulu olsa bile yine de eski dostlarını unutmamalıdır.

Dostlarını unutup terk edenler düşmanlarını sevindirirler.
Bil ki topluluktan bir an bile ayrılmak şeytanın hilesindendir.

Düşmanın amacı, seni önce bütünden ayırmak, kimsiz, kimsesiz, sahipsiz bir parça haline getirmek, sonra da bir kenarda rahatça başını yemek, helak etmek, mahvedip gitmektir. Öyleyse, seni birlikten beraberlikten ayırmak için söylenen her sözü, Düşmanların hilesi bil! Düşman, senin dostlarından ayrılıp uzaklaştığını gördükçe ve duydukça, öyle sevinir, öyle sevinir ki, sevincinden âdeta derisine sığmaz olur. Aklını başına al da, düşmanları sevindirecek işler yapma!

Dostlar, dostlar! Birbirinizden ayrılmayın!
Sakın ola ki ayrılık havaları çalmayın
Hep birlik ve beraberlik havaları çalın!
Kaçıp uzaklaşma heveslerini kafanızdan atın!
Mademki hepiniz birsiniz, ikilik havası çalmayın!
Vefâ sultanı emrediyor: ‘Vefâsızlık etmeyin!

Ey gönlünü sevgiliden ayıran dostum!
Dosttan yüz çevirmek sanki daha mı iyi oldu?
Sen gönlünü dostundan ayırdın diye,
Düşmanın öyle sevinmiş, öyle sevinmiş ki,
Sevincinden derisine sığmaz olmuş!
Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye?
Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek.
Ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye?
Zengin yoksulu hor görür ne diye?
Sağ, soluna yan bakıyor ne diye?
İkisi de senin elin, ikisi de!
Peki, kutlu ne, kutsuz ne?

Beri gel beri, daha beri, daha beri!
Bu yol vuruculuk böyle, nereye dek?
Bu hır gür, bu savaş, nereye dek?
Sen bensin işte, ben de senim ya!
Ne diye bu direnme böyle, ne diye?

Beni yabancı bilmeyin, ben de artık bu ildenim,
Bir ocak da ben yakmak için, ülkenize gelmişim.
Gördüğünüz gibi Farsça konuşan, Türk asıllı biriyim.
Siz beni düşman görseniz de ben size düşman değilim!

Gene gel, gene gel! Her ne isen ve nasılsan gene gel!
İster kafir ol, ister ateşperest, ister putperest, gene gel!
Bu bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir.
İster, tövbeni yüz kere bozmuş olsan da yine gel!

Bilir misiniz, bu bizim çağrımız acep nedendir? Kimedir ve niyedir?
Bizim çağrımız geneldir, herkesedir. Bizim gönlümüz, kapımız, kollarımız herkese açıktır. Peki, bu çağrıya ne gerek vardı? diyenlere deriz ki: İnsan çağrılmadığı yere gitmek istemez. Gitse bile orada kendisine değer verilmez, hor ve hakir görülür. Fakat çağırılı olduğu yere giden kimse makbul olur, yakınlık ve saygı görür. Bu yüzden insan, çağrılmadığı yere gitmeye utanır, sıkılır, çekinir. Allah da arada böyle bir çekingenlik kalmasın diye kullarına çağrıda bulunuyor. Kur’an’da kullarını açıkça ‘Geliniz!’ sözleriyle kendisine çağırıyor. Bu apaçık çağrıdan sonra, artık kimde yabancılık, çekingenlik, sıkılganlık kalabilir?
Dünya, aklı bir işe yetmez, eli bir işe ermez, akılsız, fikirsiz, ruhsuz, duygusuz, milyonlarca insanlarla doludur. Bunlar yeryüzünde tılsım ve cıva gibi kaynaşır dururlar. Sayılarına bakarak, yüz bin, milyon veya milyarla sayıp bunlara çok deme! Bu doğru bir bakış, doğru bir görüş ve doğru bir değerlendirme değildir. Gerçek değer ve kıymetlerine bakılırsa, belki bu milyonlar dediklerin koskoca bir hiç, bu bir veya birkaç saydıkların da bin, yüz bin, hatta milyonlar olarak sayılmalıdır.

İnsanın yeni dostları pek yüce, pek ulu olsa bile yine de eski dostlarını unutmamalıdır. Dostlarını unutup terk edenler düşmanlarını sevindirirler.
Bil ki topluluktan bir an bile ayrılmak şeytanın hilesindendir.
Düşmanın amacı, seni önce bütünden ayırmak,
Kimsiz, kimsesiz, sahipsiz bir parça haline getirmek,
Sonra da bir kenarda rahatça başını yemek,
Helak etmek, mahvedip gitmektir.
Öyleyse, seni birlikten beraberlikten ayırmak için söylenen her sözü, Düşmanların hilesi bil!
Düşman, senin dostlarından ayrılıp uzaklaştığını gördükçe ve duydukça, Öyle sevinir, öyle sevinir ki, sevincinden âdeta derisine sığmaz olur. Aklını başına al da, düşmanları sevindirecek işler yapma!

Ey gönlünü sevgiliden ayıran dostum!
Dosttan yüz çevirmek sanki daha mı iyi oldu?
Sen gönlünü dostundan ayırdın diye?
Düşman, sevincinden derisine sığmıyor.

Sakın ola ki ayrılık havaları çalmayın, hep birlik ve beraberlik havaları çalın!

Dostlar, dostlar! Birbirinizden ayrılmayın!
Kaçıp uzaklaşma heveslerini kafanızdan atın!
Mademki hepiniz birsiniz, ikilik havası çalmayın!
Vefâ sultanı emrediyor: ‘Vefâsızlık etmeyin!

1414 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir