ADİL VE DOĞRU KARAR NASIL VERİLEBİLİR?

Ehil ve layık olduğu halde, adil, isabetli ve yerinde karar veremeyeceği, vebal altında kalabileceği gibi aşırı, yersiz korku ve endişeler, hassasiyetler yüzünden hâkimlik görevi üstlenmekten kaçınanlara da Mevlana’nın söyleyecek pek çok sözü vardır. O, aşağıdaki hikâyeyle sözlerini daha kolay anlaşılır hale getirmeye çalışmaktadır:

Adamın birini, hâkimlik görevine tayin ettiler. Adamcağız buna çok üzüldü, kederlendi, ağlayıp inleyemeye koyuldu. Atama kararını kendisine tebliğ eden görevli ona:

– Ne bu sendeki keder ve üzüntü? Ne ağlayıp, sızlayıp, feryat edip duruyorsun? Hâlbuki sen kadı oldun! Böyle yüce ve şerefli bir göreve atandığın için sevinmen, bunu kutlaman lazım! dedi. Kadı (hakim), derin bir ah çektikten sonra dedi ki:

– Nasıl ağlamam, nasıl üzülmem? Ben ağlamayım da kimler ağlasın?! Şimdi hâkimlik görevine başladığımda, aralarında hüküm vermem için hasımlar bana gelecekler. İşin iç yüzünü bilmeyen, gönüllere de hâkim olamayan benim gibi bir kimse, nasıl olur da yalnızca bunların kendi aralarında olup bitmiş, işin aslını, doğrusunu, olayın iç yüzünü de yalnız kendilerinin bildiği, üstelik hepsi de tarafların kanlarını, canlarını ve mallarını ilgilendiren veballi konularda tam doğru ve adil bir hüküm verebilir? O iki hasmın, gerçekte neler yapıp ettiklerini, haksız iken haklı çıkabilmek için hangi hile ve düzenler kurduklarını, ne tür sahte deliller ve kanıtlar uydurduklarını, işin gerçeğinden habersiz benim gibi zavallı bir hâkim nereden bilsin? Davanın tarafları, her şeyi, herkesten daha iyi bilirler ama onlar da hep kendi taraflarına yontarlar, günahı vebali de karar veren hâkimin üstüne yıkmak isterler. Hâlbuki hâkim dediğimiz kimsenin, onların arasında bir cahilden ve gafilden farkı yoktur. Tebligat memuru hâkim adayına şöyle cevap verdi:

– Hayır, böyle düşünme! Bu doğru bir düşünce değil! Evet, hasımlar, işin gerçek yüzünü hâkimden daha iyi bilirler ama onların bilgisi, illetli, maksatlı, garazlı, sakat bir bilgidir. Onların kasıtları, garazları, bilgilerini mezara tıkmıştır. Hâkim olarak sen, olaydan bilgisizsin ama kötü bir niyet, kasıt ve illet sahibi değilsin. Olayın gerçek yüzünü aydınlatmaya çalışan hukukun, adaletin ışık kaynağı durumundasın. Kasıtsızlık, garazsızlık bilgisizi âlim yapar, kasıt ve garaz da bilgiyi aykırı bir hale getirir, zulüm haline sokar. Sen de rüşvet almadıkça, taraflardan birini kollama ve kayırmaya kalkmadıkça ışıksız ve kör olmazsın. Doğruyu, yanlışı, haklıyı, haksızı kolayca ayırt edebilirsin. Ama tamah ettin mi, kör olur, taraflardan birine kul, köle kesilirsin! O zaman da tabii vereceğin karar, adil bir karar olmaz!

Allah bize, adalet dağıtırken, şahitlik yaparken her türlü etkiden uzak kalmayı, objektif davranmayı ve adil karar vermeyi emrediyor: “Ey îman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan (hâkim)ler ve Allah için şahitlik eden (kimse)ler olun! Kendiniz, ana-babanız ve yakınlarınız aleyhinde de olsa, taraflar zengin veya fakir de olsa (haktan, hukuktan, adaletten ayrılmayın!)… Çünkü Allah iki tarafa da (sizden) daha yakındır (onları korumada sizden daha öndedir, hallerini sizden daha iyi bilendir). Artık hak ve adalet dağıtırken hislerinize, hevâ ve heveslerinize uymayın! Eğer dilinizi eğip büker (hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir) veya (büsbütün hakdan, adaletten, doğru şahitlikten) yüz çevirirseniz, (bilmiş olun ki) Allah, yaptıklarınızdan haberdardır (Nisa Suresi, Ayet: 135).”

İyi, ehliyetli, liyakatli bir hâkim için, adil ve doğru kararlar verebilmek hiç de sanıldığı kadar zor, hele de imkânsız bir iş değildir. İyi niyetli, adil bir hâkim, insanları konuşturarak, dinleyerek,  onların sözlerinden, tutum ve davranışlarından ne olduklarını hemen tanıyıp anlayabilir. Hani deveye sormuşlar:

–              Nereden geliyorsun?

–              Hamamdan geliyorum, demiş.

–              Hee ya, ökçenden belli! demişler (Fîhi Mâ Fîh, sayfa: 102). Taraflar her şeyi

söyleyebilirler ama sen de bunların ne kadarının doğru, ne kadarının yalan olduğunu çoğunlukla ortadaki delillerden hemen anlayabilirsin.

Rüzgârın çayırlıktan, çimenlikten, gülistandan getirdiği koku ile külhandan getirdiği koku kolayca fark edilebildiği gibi, sözlerin söyleniş tarzından onun doğru mu yoksa yalan mı olduğu hemen fark edilebilir. Allah, Peygamberine de münafıkları tanıyabilmesi için en kolay, açık ve görünür delil olarak söz söyleme tarzlarını gösterdi: Andolsun ki, sen onları seslerinin tonundan, tınısından, söz söyleme ve konuşma tarzlarından tanır, anlarsın! (Muhammed Sûresi, Ayet: 30). Testi alacağın zaman önce o testilere vurur, o testileri sınarsın değil mi? Niçin? Elbette sesinden testinin kırığını sağlamını ayırt edebilmek için…  Çömlekten anlayan biri, çömleğe eliyle şöyle küçük bir fiske attı mı, onun kırık olup olmadığını hemen anlar. Çünkü kırık testinin sesi daha başka türlü olur. Ses çavuşa benzer, önde gider. Her şeyin kendisinden önce sesi gelir de o şeyin ne olduğunu anlatır, onun ahvalini sayar, döker. Puştların narasıyla babayiğit erlerin narası, tilkiyle arslanın sesi gibi hemen fark edilir. Dil, tencerenin kapağına benzer. Tencerenin kapağı, ateşin üzerinde kaynayıp oynamaya başladı mı; keskin akıllı bir adam, yemeğin buharından tencerenin içinde ne yemek var, tatlı bir yemek mi, sirkeli, ekşi bir aş mı hemen anlar (Mesnevi, Cilt VI, beyt 4893 ve devamı).

Peygamberimiz de doğru ile yanlışı ayırabilelim diye bize nişaneler bildirmiş, kalple sağlamı anlayabilelim diye bir mihenk vermiştir: ‘Yalan, kalplerde şüphe uyandırır, doğru ise kalplere emniyet, neşe ve huzur verir’ buyurmuştur. Yağa su katıldığında kandil artık nasıl yanmaz ve ışık vermezse, gönül de yalan sözden asla rahatlık bulmaz. Hâkimin gönlü eğer, ağrıdan, sızıdan, her türlü illet ve hastalıktan uzaksa, yalanla doğrunun tadını tam olarak bilir, anlar. Ama eğer gönül hasta olur, ağzı kokarsa, ancak o zaman doğruyla yalanın tadını ayıramaz. Nitekim Âdem’in buğdaya hırsı artınca, bu hırs gönlündeki sıhhati, selameti alıp götürmüştü. İşte o zaman, şeytanın yalanına kulak vermiş, aldanıp öldürücü zehri içmişti. O anda akrebi buğdaydan ayırt edemedi. Çünkü hırsla, hevesle, tamahla, beklentiyle mest olan kişinin, fark ve temyiz kabiliyeti uçar, gider (Mesnevi, Cilt II, beyit 2734 ve devamı ).

1366 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir