ADALET UCUZLARSA!

Adalet duygusu, insanlardaki en güçlü ve en bastırılamaz duygulardan biridir. Bu yüzden de adalet düşüncesi. insanlık tarih boyunca en çok peşinden koşulan ideallerin başında gelmiştir. Hak, hukuk, adalet ve zulüm gibi konular üzerinde önemle duran Türk-İslam düşünürlerinden, ilim, irfan önderlerinden birisi de Mevlana Celâleddîn-i Rûmî’dir (1207 Belh – 17 Aralık 1273 Konya).

Zulmün, haksızlığın, adaletsizliğin her türlüsüne karşı olan, bunlardan şiddetle kaçınılmasını, uzak durulmasını öğütleyen, adalet kurumu, adli bürokrasi ve özellikle hâkimlik müessesesi üzerinde önemle duran Mevlana, eserlerinde ve mektuplarında da her vesileyle ve değişik yönleriyle bu konulara çok sık değinmiştir.

Mevlana, adalet kurumunun, adli bürokrasinin ve özellikle hâkimlerin görevlerini tam bir yetkinlikle, iyi ve doğru bir şekilde yerine getirmemeleri, taraflarla hatır, gönül, şahsi menfaat ilişkileri içine girerek veya acıma, merhamet etme, öfke, kin, nefret gibi kişisel duygu ve düşüncelerinin etkisi altında kalarak kararlar vermeleri durumunda, bunun ne büyük toplumsal zararlara, sorunlara, hatta felaketlere sebep olabileceğini örnek olaylarla somutlaştırarak anlatma metodunu kullanmıştır. Örneğin; bazı kişisel değerlendirmelerle suçlulara hak ettikleri cezaların verilmemesi, daha düşük cezalarla yetinilmesi, yani adaletin ucuzlatılması durumunda karşılaşılabilecek sakıncaları şöyle bir örnek olayla anlatmaya çalışmaktadır:

Adamın biri, uzun zamandan beri hastalık çekiyordu. Hastalığı günden güne artmış, iyice zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış, adeta canlı cenazeye dönmüştü. Tedavisiyle ilgilenen doktoru tekrar eve çağırdılar. Doktor, hastasını uzun uzun muayene etti, nabzını tuttu, nefesini dinledi. Baktı ki, verilen ilaçların, uygulanan değişik tedavilerin hastaya hiçbir faydası olmuyor. Doktor, hastanın durumunda hiç bir düzelme olmadığını, durumunun son derece ümitsiz ve günlerinin sayılı olduğunu, günden güne daha da kötüye gittiğini görünce hastasına acıdı ve dedi ki:

-Bundan sonra sen tamamen serbestsin!… İlaçları, perhizi, tedaviyi bırak! Senin hastalığının tedavisi, bundan sonra gönlün ne istiyor, ne diliyor, canın ne çekiyorsa onu yapmaktan ibarettir. Gönlünce yaşarsan sağlığın düzelir, sende hastalık da kalmaz, dert de… Ben şimdi sana hiçbir ilaç vermiyorum, bütün ilaçlarını da kesiyorum, aklına ne gelirse, canın ne isterse onu yapmanı tavsiye ediyorum, dedi.

Bu tavsiyeler hastanın çok hoşuna gitti, morali yerine geldi. Hemen yatağından çıkıp, toparlanmaya başladı. Doktoruna:

– Çok güzel! Sağ ol, var ol! Şimdi sen git hayra karşı! Ben de çok uzun zamandan beri ırmak boyuna doğru gezinti yapmayı arzu ediyordum ama yataktan çıkmama izin verilmediği için bir türlü gidemiyordum. Irmak kenarında biraz gezip dolaşmak, eminim ki bana çok iyi gelecek. Belki biraz iyileşir, kendime gelirim, dedi.

Hasta adam, doktorunu uğurladıktan sonra, ırmak boyunca yürümeye başladı.

Biraz ilerleyince su kenarına oturmuş, elini yüzünü yıkamakta olan bir dervişe rastladı. Derviş, başından külahını çıkarmış, usturayla kazıttığı kafası da güneşin altında yaldır yaldır parlıyordu. Hasta, dervişin güneşten parlayan kafasını görünce, içinde onun ense köküne bir sille aşk etme arzusu doğdu. Birden hatırına, hekiminin ona canı ne isterse onu yapmayı tavsiye ettiği geldi. Eğer şimdi bu parlak kafaya bir şaplak atmaz ve ardından çıkacak ‘şırraaaakkk!’ sesini işitmezse içine dert olacağını, bu yüzden hastalığının da artabileceğini düşündü. Arkadan usulca dervişe yaklaşarak, güneşin altında parlayan kel kafasına olanca gücüyle bir şamar yapıştırdı, ama ne şamar!  Dervişin kellesinden çıkan ‘şırrraaakkk’ sesi bütün vadide yankılandı. Şamarın etkisiyle sersemleyen ve neye uğradığını şaşıran derviş:

– Hay, seni asi kaltaban! diyerek çömeldiği yerden sıçrayıp kalktı ve hastanın üzerine yürüdü. Amacı, bir kaç yumrukla intikamını almak ve saldırganın saçını-başını, sakalını-bıyığını yolmaktı ama kendisine vuran adamın halini görünce bu niyetinden vazgeçti. Derviş, önce öfkeyle ateşlenmiş, köze dönmüştü ama sonra işin sonunu düşünerek, öfkesini zapt etme ve sabretme yolunu tercih etti. Karşısındaki adamın çok zayıf, arık, çelimsiz ve hastalıklı biri olduğunu görünce, baktı ki sertçe bir yumruk vuracak olsa, adam kalay gibi elinde eriyip akacak. Sonra da bunu adam yerine sayıp belki de hakkında kısas uygulayacaklar. Zaten âhı gitmiş, vâhı kalmış bu zavallı yüzünden, bir de başını kılıç altına uzatmanın bir anlamı olmadığını düşündü.

Kendi kendine:

– Kafaya yenen bir şamar yüzünden körü körüne başı da vermeye değmez. Biz, zaten teslim hırkasını giymiş, şamar oğlanına dönmüş kimselerdeniz. Bize sille yemek kolay gelir. E karşımdaki bu herif de üflesem uçacak kadar zayıf! Direği kırılmış, iyice harap olmuş bir çadır gibi yıkılmaya bahane arıyor. Sonra Allah korusun ölür, elimde kalır da, adam yerine geçer, başım belaya girer! En iyisi ben, maşa varken elimi yakmayayım, bu adamı alıp kadıya götüreyim, hakkımı mahkemede arayayım, dedi.

Mahkemenin adalet terazisi, Allah terazisidir, onun kilesine şeytan hilesi giremez. İki hasmın, iki düşmanın kavgası, savaşı, dedikodusu ancak adalet makasıyla kesilebilir, hal ve fasl edilebilir. Adalet, şeytanı hapseder, fitneleri yatıştırır. Tamahkâr hasım, adalet terazisini görünce serkeşliği bırakır, ister istemez, mahkemenin hükmüne razı olur. Eğer adalet terazisi olmasaydı, hakkından daha çoğu bile verilse insanları paylarına razı etmek mümkün olmaz, hep daha fazlasını isterlerdi. Bu yüzden, kadı rahmettir, savaşı def eder. Bu dünyanın adil mahkemeleri, kıyamet günü kurulacak gerçek adalet denizinden bir damladır. Katre, küçücük ve ayağı kısa da olsa, denizin letâfeti ondan belli olur. Sen de gözündeki tozu temizlersen, bir katreden denizi görebilirsin. Çünkü parçalar, bütünün haline tanıktır. Gün battıktan sonra batıda beliren kızıllık, güneşin varlığını sürdürdüğünün habercisidir.

Hakkını mahkemede aramaya karar veren derviş, hemen kendisine sille vuran adamın yakasına yapıştı. Kendisinden davacı olduğunu ve mahkemeye götüreceğini söylediği hasmını çeke çeke mahkemeye, Kadı’nın huzuruna götürdü. Olayı anlatıp dedi ki:

– Kadı Efendi, ben bu adamdan davacıyım! Bana haksız yere tokat atan bu densizi, nasıl cezalandıracaksan cezalandır! Artık eşeğe ters bindirir halka teşhir mi edersin, yahut kısas uygular dövdürür müsün, sana kalmış! Takdir senindir ama lütfen adaleti tez yerine getir! Yoksa geciken adalet, adalet değildir! Bu adam, senin verdiğin ceza ile ölse bile, kimse bunun hesabını senden soramaz. Çünkü kadı, hâkim, bunu kendi nefsi için yapmaz, kanunun verdiği cezayı uygular. Kadı (hâkim), Allah’ın vekilidir, Allah’ın adaletinin gölgesidir, O’nun adına karar verir. Hak sahibi ile cezaya layık olanın aynasıdır. Onun verdiği ceza Allah içindir, kıyamet günü içindir. Takdir ettiği cezada hatalı bile olsa, ona sorumluluk yoktur. Çünkü birisini ancak kendi nefsi için döven, cezalandıran kişi, suçlu ve borçlu olur. Allah için döven ve cezalandıran ise, her şeyden emindir.

Kadı davacıyı dinledikten sonra:

– Oğul; sen önce tavanı durdur da, ondan sonra benden, oraya iyi veya kötü bir resim yapmamı iste! Hani vuran nerede, vurduğu yer neresi? Yahu bu adam, hastalıktan zaten ölmüş bitmiş, iskelet, hayalet haline gelmiş! Ben bu adama nasıl kısas uygulatayım, neresine vurdurayım? Kanunlar, diriler ve zenginler içindir. Hiç mezarlıktaki ölülere kanun hükümleri uygulanabilir mi? Ben şimdi bu adamın suçuna karşılık para cezasına hükmedecek olsam, adamın yoksulluğu da her halinden, her durumundan belli, ayrıca ispata, şahide bile gerek yok! Parası pulu olmayanlar, yoklukla yoksullukla kendilerinden geçmiş olanlar, benim gözümde ölülerden yüz kat daha ölüdürler. Ölü, bir kere ölmüş, bu âlemden göçüp gitmiştir; halbuki yoksul, yüz taraftan ölmüştür. Arkadaş, ben dirilere hükmederim, mezarlıkta yatan ölülere değil!  Mezarda yatan ölüyü çok görmüşsündür, dön bir de şu adama bak da ölüde mezarı gör! Bu adam, tam bir canlı cenaze! Bir mezardan, üzerine bir kerpiç düşse, akıllı olan kalkıp mezardan davacı olur mu? Sen de boş ver, ölüye kızıp da, kinlenmeye, öç almaya kalkışma!  Bunu eşeğe bindirmenin ise kanunda, kitapta yeri yoktur.  Hem bu adam, eşeğin üstünde duramaz bile! Onu eşeğe değil de, tabuta bindirmek belki daha uygun olur. Yahu bu adama sopa değil, sopanın resmini bile vursan ölür! Dolayısıyla bu adama, kanunlarda kitaplarda yazılan cezalardan birini uygulamak bence uygun olmaz, böyle bir şey adâlet değil, zulüm olur. Zulüm nedir? Bir şeyi layık olduğu yere koymamak! dedi.

Derviş, kadıya:

-Peki; Kadı Efendi! O zaman benim yediğim tokat ne olacak? Siz şimdi, hiç bir suçum, günahım yokken, bu adamın bana sille vurmasını revâ mı görüyorsunuz? Yani şimdi, böyle bir değirmen eşeği, hiçbir suçu, günahı olmayan bir dervişe, canı öyle istedi diye bir tokat aşk edebilir öyle mi? Bu nasıl adalet? dedi.

Kadı, zayıf ve hastalıklı adama dönerek:

– Az çok bir paran var mı? diye sordu.

Hasta adam cevap verdi:

– Kadı Efendi, sadece altı liram var. Bütün param bu!

Bunun üzerine kadı:

– Peki! Üç lirasını sen harca, geriye kalan üç lirasını da hiç itiraz etmeden bu adama ver! diye hükmetti. Karardan pek hoşnut olmayan dervişe dönerek de:

-Evet, tazminat çok düşük oldu ama bu da çok zayıf ve yoksul bir adam. Üç lirasıyla da o kendisine ekmek, katık alsın! diye kararının gerekçesini anlatmaya çalıştı.

Hasta adam cebinden paraları çıkarıp hazırlarken, gözü kararı yazdırmak için kâtibin masasına doğru eğilmiş olan Kadı’nın ensesine ilişti. Baktı ki, Kadı’nın ensesi, dervişin ensesinden çok daha görkemli! Kendi kendine: ‘Maşallah, Kadı Efendi’de de ne ense varmış! Kim bilir, vurunca ne güzel şaklar! Zaten başkasının ensesine sille vurmanın bedeli de çok ucuzmuş! En iyisi ben, bir şamar da şu Kadı’nın ensesine aşk edeyim!’ diye düşündü.

Davalı hasta, kulağına bir şey söyleyecekmiş gibi Kadı’ya doğru yaklaşıp, ense köküne bütün gücüyle  Hüdayî bir şamar indirdi. Kadı, şamarın acısı ve şaşkınlığıyla neye uğradığını anlamaya çalışırken, hasta adam, hemen cebinden çıkardığı altı lirayı Kadı’ya uzattı:

-Kadı Efendi! Alın şu altı lirayı da aranızda paylaşın! Sabahtan beri, sizin hırıltınızdan, dırıltınızdan bıktım, usandım. Bende daha fazla laf dinleyecek hal kalmadı! Haydi bana eyvallah, ben gidiyorum! dedi.

Kadı:

– Hey! Dur bakalım, sen ne yapıyorsun, kime vuruyorsun? diye kızıp köpürerek, adamın üstüne yürüyünce derviş araya girip, müdahale etti.

– Hayır, asıl sen dur bakalım, Kadı Efendi! Senin işin azgınlık, kızgınlık değil, adaleti uygulamaktır! Adaleti bu kadar ucuzlatırsan, sonunda tabii ki olacağı budur! Eğer verilen cezalar caydırıcı olmaz, adalet yerini bulmazsa; ortalık suçlarla, suçlularla, katillerle, hırsızlarla, uğursuzlarla dolar; toplumda huzur, güven kalmaz. Peygamberin: ‘Kim kardeşi için bir kuyu kazarsa, o kuyuya kendisi düşer!’ hadisini okumadın mı? Okuduysan, kendin niye uymuyorsun? Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi, başkaları için nasıl hükmedebiliyorsun? Eğer senin bütün kararların, ensene sille yemene sebep olan bu kararın gibiyse, senin de, bizim de vay halimize!  Bir de kalkmış, harcaması için bir zalime üç lira para bırakıyorsun. İşte nasıl harcadığını gördün! Hiç, zalime acınır mı? Zalimin elini kes ki, o el mazlumlara uzanmasın! Hâlbuki sen tutup, hükmü, dizgini tamamen zalimin eline veriyorsun.  Peygamberin: ‘Kim zalime yardım ederse, Allah o zalimi ona musallat eder!’ sözünün, nasıl bir kere daha doğru çıktığını gördün mü? Sen kurt yavrusunu emzirip büyüten, keçiye benziyorsun. Kurt yavrusu büyüyünce kurt olur ve ilk iş olarak da kendisini besleyip büyüten keçiyi paralar, dedi (Mesnevi, Cilt VI, beyit 1321 ve devamı).

Mevlana, kötülüklerin ve suçların önlenmesi, suçluların layık oldukları cezalarla cezalandırılması gereği üzerinde önemle dururken, kötülerin asla şahsına, etine, kemiğine düşman olunmaması gerektiğini de vurgular. Hatta her fırsatta iyilere kötülük eden, düşmanlıktan, kin tutmaktan geri kalmayan kötülere bile kin tutulmaması, kötülük edilmemesi, aksine acınması gerektiğini, onların da doğru yolu bulmaları, kötülük yapma huylarından vazgeçirilmeleri için elden geldiğince çaba ve gayret gösterilmesi, böylece onlara da yardım edilmesi gerektiğini savunur:

Bu âlemde, ceza da gerekli, ödüllendirme de! Dostlar meclisi de lazım, zindan da! Dost meclisi iyiler, ihsan sahibi olan iyi kişiler, zindan da cezalandırılması gereken suçlular, ham ve kötü kişiler için gereklidir. Ama kilim dövülmez, tozu dövülür.  Burada vurmak hakikatte kötü huyadır. Gerçekte düşman olan da onun eti, kanı, canı, derisi değil, ondaki kötü niyetler, kötü duygu ve düşüncelerdir.

Eğer Allah, cihadı ve canilere kısas uygulanmasını emretmeseydi yahut ‘Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır! (Bakara Suresi, Âyet:179)’ demeseydi, Allah’ın yarattığı bir canı öldürmeye, ona kılıç vurmaya kimin haddi olabilirdi?

Bazıları bir katilin hayatının söz konusu olduğunu öne sürerek kısası hoş görmezler. Onlar sadece bir katilin hayatına bakarlar ama kısas korkusuyla böyle bir iş yapmaktan çekinip vazgeçebilecek binlerce katil ve cani ruhlu kişinin bulunduğunu, böylece yüz binlerce masumun hayatının kurtulacağını düşünmezler. Aslında bu da öldürülmekten kurtulsun diye akrebin iğnesini çıkarmak gibi bir şeydir. Bir yandan yıkılmaya yüz tutmuş eski bir evi yıkar, yerle bir eder ama öte yandan onu daha mamur bir hale getirir.  Bir bedenden bir baş keserse; yerine derhal yüz binlerce baş ortaya çıkarır.

Bir yaranın deşilmesi gerekiyorsa mutlaka deşilmelidir. Mutlaka deşilmesi gereken bir yara, üzerine merhem konularak tedavi edilmeye çalışılırsa, enfeksiyondan kaynaklanan irin ve iltihap, pislik daha da kökleştirilmiş olur. O iltihap çok geçmeden yaranın altındaki sağlıklı eti de yer, bitirir. Deşilmesi gereken yarayı deşmek yerine merhem koymanın belki bir türlü faydası olabilir ama elli tane de zararı, ziyanı olur (Mesnevi, Cilt VI, beyit 2295 ve devamı).

Kötülerin kötülüklerine acıyın! Benliğin, bencilliğin, kendini görüp beğenmenin etrafında dönüp dolaşmayın! Kendinize gelin! Allah’ın gayreti, pusudan çıkmaya görsün, baş aşağı yerin dibine gidersiniz! (Mesnevî, Cilt I, beyt: 3416-3417)

Kinin yüzünden yol azıtanlara kin tutma! Çünkü kindarların kabirlerini de kin tutanların yanına kazarlar. Senin kişisel kinin de o bütünün parçasıdır. Kin, dinin düşmanıdır. Kinin aslı cehennemdir. Mademki sen cehennemin parçasısın; aklını başına al, unutma ki, parçayı da bütününün yanına koyarlar. Acı, mutlaka acılara katılır. Batıl söz, yanlış bir iş, nasıl olur da Hakk’a ulaşabilir? Gül suyu isen seni başa sürerler, koyuna serperler, idrar gibi pis bir şeysen dışarı atarlar. Koku satanların tablalarına bak! Her cinsi, kendi cinsinin yanına koyarlar. Cinsleri kendi cinsleriyle karıştırırlar, bu uygunluktan da ayrı bir güzellik, hoşluk, süs meydana getirirler. Temiz şeyler temizlere aittir; pislere de pis şeyler layıktır (Nur Suresi, Ayet:26). Kendine gel!  (Mesnevi, Cilt II, beyit 271 ve devamı).

1609 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir