FETİH MUCİZESİ

Mucizelere inanır mısınız?

Ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul’un fethini pek çok tecellileri olan büyük mucizeler arasında sayar ve şöyle der:

Şu fetih vak’ası, Yârab! Ne büyük mu’cizedir!
Her tecellisini nakletmek uzundur bir bir;

İstanbul’un Fethi’yle ilgili, dilden dile dolaşan mucizeleri uzun uzun nakletmeye günler, aylar yetmez. Ama bunlardan hiç olmazsa birkaçını anmadan geçersek İstanbul’un Fethi’ni doğru anlayamayız…

Bizanslılar, İstanbul’un asla fethedilemez bir şehir olduğuna inanırlardı. Aslında pek de haksız sayılmazlardı. Hem şehrin sağlam surlarına ve bu surlara yaklaşanları yakıp kavuran Rum Ateşi adlı silahlarına güvenirler, hem de bu şehrin hiçbir zaman ellerinden çıkmayacağına dair bazı efsanelere inanırlardı. Dolayısıyla İstanbul’un ellerinden çıkması, onlara göre gerçekleşmesi imkansız ve hiç kabul etmek istemedikleri bir mucizeydi.

Söylentiye göre, şehir kurulup, surlarla tahkim edildikten sonra birilerinin aklına: ‘Acaba bu güzel şehir, ne zamana kadar bizim elimizde kalacak?’ diye bir soru takılmış. O zamanlar her şeyi kâhinlere sormak âdeti varmış. Onlar da sormuşlar. Kâhinler yıldızlara bakmışlar, incelemişler, hesaplar yapmışlar ve en sonunda: ‘Bu şehir, gemilerin karadan yürütüldüğünü gördüğünüz zamana kadar, sizin elinizde kalacak!’ demişler. Kâhinlerin bu haberine çok sevinmişler. Öyle ya, gemiler hiçbir zaman karadan yürütülemeyeceğine göre, bu şehir de hiçbir zaman ellerinden çıkmayacak diye inanmışlar.

Nitekim bu şehir, o zamana kadar ne badireler atlatmış, ne muazzam orduları, aylar yıllar süren kuşatmaların ardından elleri boş, ümitleri kırılmış şekilde geri çevirmişti. Çok sağlam surlara ve çok iyi bir savunma sistemine sahip İstanbul, değişik dönemlerde Müslümanlar tarafından da 18 kere kuşatılmış, fakat bir türlü alınamamıştı.

Ama gelin görün ki hiçbir şey, ‘Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u!’, ‘Bizim iktidarımızın ulaştığı yerlere, sizin emelleriniz bile ulaşamaz!’ diyebilecek kadar kararlı, azimli ve özgüvenli olan 21 yaşındaki Sultan II. Mehmet’in İstanbul’u fethetme azmini kıramayacaktı. Bu masallar ve efsaneler, genç padişahın ümitlerini kırmak bir yana, belki de ona gemileri karadan yürütme fikrini vermekten başka bir işe yaramayacaktı.

Fatih’in, 21–22 Nisan gecesi, o zamana kadar hiç görülmemiş bir şekilde, yetmiş küsur parça gemiyi karadan yürütüp, tepeyi aşırtarak Haliç Körfezi’ne indirmesi şehri savunanları hem hayretler içerisinde bırakmış, hem de morallerini iyice bozmuş, bütün ümitlerini ve dirençlerini kırmıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber, gemilerin karadan yürütüldüğünü kendi gözleriyle gören İstanbullular için artık bu işin bittiğine inanmaktan başka yol kalmamıştı. Öte yandan Fatih, bir muhasara silahı olarak topu da öyle maharetle kullandı ki, ortaçağı sembolize eden surlar, kuleler, kaleler, şatolar çağını kapattı ve yeni bir çağ açtı.

Böylece Fatih, İstanbul’un fethini, gemilerin karadan yürütülmesini mucize olarak görenlere karşı, bunları hem de çok genç yaşta gerçekleştirerek, nice imkânsız sanılan şeylerin mümkün olabileceğini de göstermiş oldu.

Yeryüzünde, bir cihan imparatorluğuna başkent olmaya layık tek bir şehir vardır, o da İstanbul’dur

İstanbul’un Fethi, önemli bir olay mıdır?

Neden önemlidir?

Niçin kutlanır?

İstanbul’un Fethi, cihangir bir devlet olabilmek için tarih boyunca hep önemli olmuştur. Bu yüzden de, cihan hâkimiyeti iddiası olan bütün cihangir milletler, İstanbul’u ele geçirebilmek için yanıp tutuşmuşlardır.

Bunun nedenini Napolyon, birkaç kelimeyle şöyle açıklar:

“Yeryüzünde, bir cihan imparatorluğuna başkent olmaya layık tek bir şehir vardır, o da İstanbul’dur”.

Acaba neden?

Bunun birden çok nedeni vardır. Birkaçını özetleyelim. Bir kere dünya haritasında Marmara Denizi ve boğazlar kadar stratejik öneme sahip başka bir suyolu yoktur. Asya ve Avrupa kıtaları hiçbir yerden İstanbul’dan olduğu kadar yakından ve kolay kontrol edilemez. İstanbul’a ve Boğazlara hâkim olmadan bir cihan devleti kurabilmek, dünyaya hâkim olabilmek mümkün değildir. Tarih boyunca, yalnızca Boğazlara ve İstanbul’a hâkim olan imparatorluklar, Akdeniz’i ve Karadeniz’i de bir iç deniz haline getirebilmişlerdir. Bu yüzden, Boğazlar ve İstanbul, cihana hâkim olmak ve bu hâkimiyeti sürdürmek isteyen bütün devletlerin ve milletlerin, her zaman ana hedefi olmuştur. Herkesin sahip olmak istediği bir coğrafya olması nedeniyle Anadolu ve Trakya, tarih içinde şaşılacak kadar çok olaylara sahne olmuştur. Buralardan pek çok milletler ve toplumlar gelip geçmiş, bu bölge sayısız saldırılara, işgallere, yağma ve yıkımlara uğramış, pek çok medeniyete de eşiklik ve beşiklik etmiştir. Nice kültürler ve medeniyetler bu topraklarda karşılaşıp, birbirlerini etkilemişler, sonuçta Anadolu, dünyanın en zengin kültür ve medeniyet mirasına sahip bölgesi durumuna gelmiştir.

Türkler, cihangir bir millet midir?

Yeri gelmişken sormadan geçmeyelim.

Peki, Türkler, cihangir bir millet midir?

Türkler’in cihangir bir millet olduğu herkes tarafından bilinen, kabul edilen bir gerçektir. Nereden belli? diyenlere kısa bir açıklama olması için şunları ekleyelim.

Türklerdeki cihangirlik vasfı, fatihlik fikri, en zor şartlardan bile sıyrılıp kurtulma azim ve kararlılığı, büyük imparatorluklar kurma, dünyaya hâkim olma, âleme nizam ve düzen verme, adalet, barış, refah ve mutluluk getirme gayesi, çok eskiden beri yabancı milletlerin bile dikkatlerini çekmiştir.
En başından beri, Türkler de kendilerinin Tanrı tarafından özel olarak seçilmiş, efendi ve üstün bir kavim olarak yaratıldıklarına inanırlardı. Nitekim hükümdarlarını, genellikle Acun Beyi, Dünya Hâkimi, Cihan Padişahı, Karaların ve Denizlerin Hakanı, Dünya Hükümdarı gibi sıfatlarla anarak bu inançlarını her zaman dışa vururlardı.

Öyleyse gönül rahatlığıyla ‘Evet Türkler cihangir millettir!’ diyebiliriz.

İstanbul’un Manevi Değeri

Cihan devleti olabilme gereğinin yanında, İstanbul’un Fethi’nin dini referanslarla, kutsallıklarla, mucizelerle kuşatılmış özel bir manevi anlamı ve önemi de vardır. Bu kutsal ve manevi önem, tarih boyunca bütün Müslümanları da derinden etkilemiştir.

Bilindiği gibi, İmparator I. Jüstinyen tarafından Başkentte bugünkü şekliyle yaptıran ve 537 yılında ibadete açılan Ayasofya, dünyanın en büyük ve en görkemli mabediydi. Öyle ki, binanın ihtişamı karşısında şaşkına dönen ve çok sevinen İmparator, Kudüs’teki Süleyman Mabedini kastederek “ Ey Süleyman işte seni geçtim!” diye bağırmaktan kendini alamamıştı. Ama, bu haklı gurur ve sevinç fazla uzun sürmedi. Ayasofya’nın geniş ve yüksek kubbesi ufak bir depremde yıkılıverdi. İmparatorluğun mimarları, sık sık çöken kubbeyi uzun süre ayakta tutmakta başarısız kaldılar. Soruna çözüm bulunabilmesi için dünyanın değişik yerlerine heyetler gönderildi. Rivayete göre, Hazreti Peygamberin sağlığında, bu heyetlerden birinin yolu Medine’ye düşmüştü. Hazreti Peygamber, bunları huzuruna çağırdı. Kubbenin yıkılmaması için alınması gereken tedbirler ve yapılması gereken işler konusunda onlara detaylı tavsiyelerde bulundu. Ayrıca hazırlanacak harca katılmasını isteyerek, bir avuç da kum verdi. Hazreti Peygamber’in bu konuya bu kadar önem vermesi, üzerinde ciddiyetle durması, bir kilise kubbesinin yeniden onarılması için bu kadar istekli ve arzulu olması, olaya tanık olan ashabı hayretler içinde bıraktı. Bir Hıristiyan kilisesinin onarımının Peygamberi bu derece ilgilendirmesinin nedenini anlamakta güçlük çektiler. Konuklarını uğurlar uğurlamaz, bu ilginin sebebini sabırsızlıkla Peygamber’den sordular. Allah Rasûlü yüzünde güller açan bir gülümsemeyle çok uzaklara baktı. Sonra ağzından şu sözler döküldü:

“İstanbul bir gün mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!”

Peygamberin bu müjdesi ve övgüsü, bütün Müslümanların gönlüne İstanbul’un fethinde bulunmayı vazgeçilmez bir ideal, tutkulu bir aşk ve büyük bir arzu olarak yerleştirdi.

İnkarcılara ve münafıklara göre, bu mucizeden de öte, gerçekleşmesi imkansız ham hayalden ve tehlikeli çılgınlıktan başka bir şey değildi. Kendi aralarında: Bunlar neden söz ediyorlar Allah aşkına? Medine nere, Konstantıniyye nere? Bizans kim, bunlar kim? Araplardan şimdiye kadar Konstantıniyye’yi görebilen kaç kişi var? Fethetmeyi bırakın, yolcu olarak gitmeye kalkılsanız kaç ayda gidersiniz? Bunlar, inançları yüzünden öz yurtlarından çıkarılmışlar, Medine’de sığıntı hayatı yaşıyorlar, bir de kalkmış İran’ı Bizans’ı fethetme hayali kuruyorlar. Bunlar İran ordusunu, Bizans ordusunu Mekke ordusu gibi sanıyorlar herhalde? Bir karşılarına çıksalar da boylarının ölçüsünü alsalar! Gibi sözlerle bunu alaya konusu yapıyorlardı.

İslamiyet, bütün dünyada akıl almaz bir hızla yayılıyordu. Müslümanlar 651 yılında, yani Hazreti Peygamber’in 632 yılında vefatından sadece 19 yıl sonra, Sasani İmparatorluğunu tarih sahnesinden sildiler. İstanbul yolundaki en büyük engel Bizans donanmasını da, 655’te Doğu Akdeniz kıyılarında yok ederek, Peygamberlerinin ölümünden sadece 36 yıl sonra, 668 yılında İstanbul önlerine geldiler ve şehri kuşattılar. 669 yılı bahar aylarına kadar süren bu ilk kuşatmaya Hz Peygamberin Medine’ye hicreti sırasında evinde misafir olduğu ve sancaktarlığını da yapan Halid ibni Zeyd (Ebu Eyyub el Ensari) de katıldı. Bazı sahabelerle beraber İstanbul önlerinde şehit düştü. Çok uğraşılmasına rağmen, şehir alınamadı. İstanbul, 781 yılına kadar Emevi ve Abbasi ordularınca 4 kere kuşatıldı. Ancak daha sonra bu ideal, Türklerin tarih sahnesine çıkışına kadar asırlarca unutuldu. İstanbul’un Fethi, ilk Müslüman kuşatmasından tam 785 yıl sonra, 1453 yılında, 21 yaşındaki Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmet tarafından gerçekleştirilebildi.

fetih_mucizesi_01

Fetih Aşkı

Selçuklulardan sonra Bizans, Osmanlı Türkleri ile karşı karşıya kaldı. Orhan bey Üsküdar’a geldi. İmparator ile pek sıkı ilişkiler kurdu. Orhan Gazi’nin torunu Yıldırım Bayezit de İstanbul’u alma azim ve kararlılığındaydı. Bunun için Anadolu Hisarı’nı yaptırdı. Şehri, önce 1390 baharında daha sonra da 1397’de kuşattı. Ancak Timur olayı bu fethi yarım yüzyıl geriye attı.

Yıldırım’ın oğlu Musa Çelebi de 1411’de İstanbul’u kuşattıysa da alamadı.

II. Murat, 1422 yılının 10 Haziranından 6 Eylül’üne kadar İstanbul’u kuşattı. Ancak kuşatma sürerken, küçük kardeşi Mustafa’nın Karaman ve Germiyan beylerinin desteğiyle Anadolu’da ayaklanma başlatması, bir kere daha Bizans’ın imdadına yetişti.

Osmanlı Sultanı II. Murat, yakından tanımak istediği Hacı Bayram-ı Veli’yi Ankara’dan Edirne’ye davet etmişti. Öğrencisi Akşemsiddin’le beraber Edirne’ye gelen, Hacı Bayram’ın ilmine, irfanına, faziletine hayran kaldı. İstanbul’un fethinin müyesser olması için onun manevi yardımlarını istedi.

Ona Bizansın entrikalarını, hile ve desiselerini, masum ve savunmasız halka yaptığı zulüm ve baskıları anlattı. Bizansın Türk devletinin, milletinin ve islamın geleceği için büyük bir tehlike olduğunu, bu fitne ortadan kalkmadan huzur olmayacağını söyledi. Aralarında şu minvalde bir konuşma geçti.

Sultan Murat:

– Efendi Hazretleri! Bildiğiniz gibi Peygamberin müjdesine erebilmek için, sahabe döneminden beri Konstantıniyye defalarca muhasara edildi. Sayısız Müslüman bu yola can baş koydular. Büyük Babam Yıldırım Beyazıt Han ve Amcam Musa Çelebi’den sonra ben de bu şehri kuşattım. Fakat felek yâr olmadı. Bu uğurda sizin de dualarınıza ve manevi yardımlarınıza ihtiyacımız var.

Hacı Bayram:

– Sultanım! Doğru sözlü Peygamber’in müjdesi bir gün mutlaka tahakkuk edecektir. Bunda hiç şüphe yoktur. Bu güne kadarki kuşatmalarda da elden gelen yapılmıştır. Amma feleğin yâr olmayışı vaktin tamam olmayışındandır. Ne olursa olsun Konstantıniyye’de eskiliğin sağlamlığı vardır. Bu şekli de olsa bir sağlamlıktır. Nitekim vaktin tamam olmayışı da bunu gösterir. Beyazıt Han, İstanbul’u muhasara ederken, etrafın genel durumunu iyi hesap edemedi. Timur’un kendisini ve ordusunu çok uzaklardan kuşatmış olduğunun farkına varamadı. Onu gururu perişan etti. Amcanız Musa Çelebi’in ve sizin kuşatmalarınız da öfkenin ateşinden hız almıştır. Bu böyle olmaz hünkârım! Bu iş öfke işi değildir. Öfke düşünceyi sise boğar. Bizansla bir hastalıkmış gibi meşgul olmak gerekir. Siz, bir doktor gibi davranın ve öfkenizi tutun!

II. Murat:

– Efendi Hazretleri! Bütün durumu, olup bitenleri, kuşatma gayretlerimizi çok iyi biliyorsunuz. Allah da biliyor ki, biz gücümüz ölçüsünde hep Allah ve Elçisinin yolu üzere olduk. Hiçbir zaman O’nun büyüklüğünün gafili olmadık. Biz hep saldırıya uğradık, uğruyoruz, böyle giderse daha çok uğrayacağız. Onun için bize el verseniz, destek olsanız da şu Kayser şehrini alsak, Ehli İslam da bu Bizans belasından kurtulsa!

Hacı Bayram-ı Veli:

– Sultanım! Her şeyin bir vakti, zamanı vardır. Güneşin doğup batması, mevsimlerin dönüp dolaşması, çiçeklerin açması, meyvelerin olgunlaşması hep bir nizam üzeredir. Olacak olan ne öne alınabilir, ne de geriye bırakılabilir. Evveli âhir, âhiri evvel yerine koymak kimsenin harcı değildir. Böyle bir şeyi elden gelir sanmak, Cenab-ı Hakka karşı gelmek olur. Yersiz zorlamalar, gereksiz telaşlar ve bütün boş ısrarlar ruha karanlık getirir. Tedbir bilmeden, boyundan büyük işlere kalkışanlar, bunun cezasını ağır öderler. Sultanım bütün hile ve desiselerine rağmen Bizans ömrünü tamam etmek üzeredir. Konstantıniyye’nin Fethi, bana yakın görünüyor. Ama öyle sanıyorum ki, orasını siz alamayacaksınız. Herhalde, bunu ben de göremeyeceğim. Oranın fethi, inşallah şu sizin beşikteki şehzadeyle, bizim Köse Şemseddin’e nasip olsa gerektir.

Esas amacı bu olmasa da, yine de bu açıklama II. Murat’ı çok heyecanlandırmış ve sevindirmişti. Konstantıniyye’yi belki kendisi fethedemeyecekti ama, oğlunun fethedecek olması da onun için büyük bir teselli ve şerefti. Şehzade Mehmet’in eğitimi ve İstanbul’un fethine hazırlanması için Akşemseddin’i görevlendirdi. Hatta belki İstanbul’un fethini dünya gözüyle görebilme arzusuyla olacak hiçbir padişahın yapması mümkün olmayan bir fedakarlıkta da bulundu. Avrupalılarla 10 yıllık bir barış anlaşması yaptıktan sonra, 1444 yılında tahtını 12 yaşındaki oğlu II. Mehmet’e bırakarak Manisa’ya çekildi. Ancak tahta küçük bir çocuğun çıktığını öğrenen Avrupalılar yapılan anlaşmaları bozarak yeni bir haçlı seferi hazırladılar. Tekrar tahta dönmekte isteksiz olmasına rağmen oğlunun: ‘Baba, eğer sen padişahsan, ülken tehlikede gel mülkünün başına geç! Eğer ben padişahsam, o zaman emrediyorum hemen gel devletin başına geç!’ şeklindeki mektubu üzerine tekrar geri dönmek zorunda kalmıştı.

İstanbul, 1500 yıllık bir imparatorluğun merkeziydi. 4. yüzyılda Roma İmparatorluğunun merkezi buraya taşınınca ona artık, “Nova Roma”, “Secunda Roma”, yani “Yeni Roma”, “İkinci Roma” denmeye başlanmıştı. İmparator I. Konstantin’le selefleri, onu Roma’yı örnek alarak yeniden inşa ettiler. Eğer Osmanlılar da bir imparatorluk haline geleceklerse, İstanbul’u mutlaka fethetmek zorundaydılar. Fetih, kesin sonucun alınacağı tek bir darbe ile olmalı, riskin en aza indirileceği hazırlıklar, olağanüstü bir dikkat ve ihtimamla yapılmalıydı.

1451’de genç yaşta, daha 19 yaşındayken tahta çıkan II. Mehmet, kendisinden önceki atalarının ve bütün Müslümanların en büyük emelleri ve ortak hedefleri olan, İstanbul’un fethi için her bakımdan hazır, azimli ve kararlıydı. Öteden beri bir türlü gerçekleştirilemeyen İstanbul’un fethedilmesi ve cihan devletinin başkenti yapılması idealinin artık gerçekleşme zamanı gelmişti.
Fatih, yıkılmaz denen surları yıkmak için, Edirne’de o zamana kadar benzeri görülmemiş büyüklükte ve şahi adını verdiği toplar döktürdü. 1453 yılının Şubat ayında Edirne’den yola çıkan Osmanlı Ordusu, 5 Nisan tarihinde İstanbul önlerine geldi. 6 Nisan günü kuşatma başladı. 53 gün süren kuşatma sonunda, 29 Mayıs 1453 Salı günü büyük fetih gerçekleşti. Osmanlı ordusu tekbir sesleriyle Topkapı ve Eğrikapı yönlerinden İstanbul’a girdi.

Bir kültür, sanat, ticaret ve siyaset merkezi olarak İstanbul’u, İstanbul yapan Türkler olmuştur. Osmanlı tarihi, bir anlamda İstanbul’un tarihidir.

Ruh ve gönül dünyamızın âbide şahsiyetlerinden Hazreti Mevlana, Mesnevisinde Türk milletince kıymeti ve şükrü bilinmesi gereken en büyük nimetin İslam nimeti olduğunu söyler. Bu nimetin kadrini ve şükrünü bilmeyenler şöyle seslenir: “Sen bu dinin kıymetini ne bilirsin? Sen bu dini, anandan babandan bedava miras buldun da onun için başını şükretmekten çevirdin! Mirasyedi mal kadrini ne bilir?

Bu açıklamalar, İstanbul’un Fethi neden önemlidir? Niçin kutlanması gerekir? Sorularına herhalde bir nebze de olsa açıklık getirmiştir.

Türkler, tarih boyunca, olağanüstü ve mucizevi nitelikte sayısız olaylar gerçekleştirebilmiş ve harika işler başaran büyük adamlar yetiştirebilmiş bir millettir. Bunları tanımak, bilmek, öğrenmek, kutlamak, daha büyüklerini başarma azim ve kararlılığında olmak her Türk gencinin boynunun borcudur.

Ne mutlu bize ki, böyle büyük işler başarabilmiş, büyük adamlar yetiştirebilmiş, büyük bir milletin evlatlarıyız!

İstanbul’un Fethi, Türk tarihinin en önemli olayıdır. Ama bu mucizevi olay, Talas Meydan Savaşı Zaferi, Türklerin başka dinleri bırakıp bütün bir millet halinde Allah’ın dinini kabul etmeleri, Dandanakan ve Malazgirt Zaferleri, Anadolunun Türkleşmesi gibi daha pek çok inanılmaz ve mucizevi olayın bir sonucudur.

Sözün özü

İstanbul’un Fethi, cihangir bir milletle, bütün dünyaya başkent olmaya layık bir şehri buluşturup, kucaklaştırdığı için yalnız Türk tarihinin değil, dünya tarihinin de en önemli olaylarındandır. Dolayısıyla bizim en büyük coşkularla, sevinçlerle kutlamamız, hatırlamamız, üzerinde enine boyuna düşünmemiz gereken olaylardandır. Onun için her yıl kutluyoruz. Dünya durdukça daha büyük coşkularla kutlanmalıyız. Hepimize kutlu olsun!

En zor dönemlerinden birinde ortaya çıkan ve yine mucizevi işler yapan Türk milletinin bir büyük evladı, Ulu Önder ATATÜRK’ün, güzel bir vecizesiyle yazımızı bitirelim:

“Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım gelen hamle kaynağını o tarihte bulabileceklerdir. Bu tarihten, Türk çocukları bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.”

4149 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir