ZULÜMDEN KAÇINMAK, ZALİMDEN UZAK DURMAK

Mevlana, adalete çok önem verir, her türlü zulümden ve haksızlıktan uzak durulması gerektiği konusu üzerinde ısrarla dururdu. Onun yaşadığı dönem, Türk-İslam dünyasının başta Moğol istilası olmak üzere çok büyük belalarla, felaketlerle karşı karşıya bulunduğu, çok zor ve sıkıntılı bir dönemdi. O, bütün bunların temelinde ve kökeninde baştaki yöneticilerin zalimliklerinin, despotluklarının yattığına, halkın, aydınların ve özellikle ilim adamlarının da bu zulümlere engel olamayarak, en azından göz yumarak destek olduklarına, bu yüzden de hepsinin birden Allah’ın kahrına ve gazabına uğramayı hak ettiklerine inanırdı. Kendisinden rivayet edilen şu olay onun bu konudaki fikir ve düşüncelerine ışık tutmaktadır:

Bir gün Mevlana’ya birisi gelip şöyle bir soru sordu:

-Şu Moğollar buraya ilk geldiklerinde ne üstlerinde doğru dürüst bir giysi, ne altlarında binek, ne de silah ve teçhizatları vardı. Neredeyse çırılçıplaktılar. Bazılarının binek hayvanları öküz gibi biçimsiz, tipsiz, eğersiz ve koşumsuzdu. Silahları odundandı. Şimdi ise hem haşmet ve azamet sahibi oldular, hem de karınları doydu. En güzel Arap atlara onlar biniyorlar, en iyi silahlar da onların elindedir. Bu nasıl ve niye böyle oldu?

Mevlana cevap verdi:

-Bir zamanlar onlar mazlum oldukları, zulme uğradıkları, bu yüzden de gönülleri kırık bir şekilde Allah’a yöneldikleri, iltica ettikleri için Allah onların yalvarmalarını kabul etmiş ve hiçbir güçleri, kuvvetleri olmadığı halde onlara yardım ederek, düşmanlarına galip getirmiştir.

Moğollar, önceleri insanlardan uzak, fakir, yarı çıplak ve acınacak bir halde, çorak ve kurak bozkırlarda yaşarlardı. Onlardan bazıları da ticaret için Harezm ülkesine gelirler, alışveriş yaparlar, kendileri için elbiselikler, keten kumaşlar vs alırlardı. Harzemşah sık sık bunları men eder, ticaretlerini engeller, onlardan yüksek haraçlar alır, bazen mallarını da ellerinden zulmen ve haksız yere gasp eder, tüccarlarını öldürürdü. Bu zulüm ve haksızlıklar artık dayanılmaz boyutlara varınca Moğollar, hükümdarlarının huzuruna çıkıp dert yandılar, ah ve feryat ettiler:

-Biz mahvolduk, perişan olduk, artık dayanacak gücümüz kalmadı! dediler.

Hükümdarları (Cengiz Han) onlardan on gün izin istedi. Bir mağaranın kovuğuna girip, uzlete çekildi. Neredeyse hiç bir şey yiyip içmeden oruç tutarak, tam bir vecd, istiğrak ve teslimiyet içinde Allah’a dua etti. Halkına yapılan zulüm ve haksızlıkları sayıp döktü, yalvarıp yakardı, bu zulümleri yapan Harzemşahlar gibi Müslüman devletlerden, toplumlardan, insanlardan şikâyetçi oldu. Müslüman olmasalar da kendilerinin de insan ve Allah kulu olduklarını, kendilerine revâ görülen bu haksızlıklara Allah’ın da razı olmaması gerektiğini yana yakıla Alemlerin Rabbi olan Allah’a arz etti. Aç susuz, günlerce yalvarıp yakardıktan sonra, bir ara uyku ile uyanıklık arasında kulağına: ‘Senin dileğin ve yalvarmaların kabul edildi. Dışarı çık! Her nereye gidersen git, muzaffer olacaksın!’ diye bir ses erişti. İşte böyle zulme uğramış olarak ve Allah’ın buyruğu ile çıktıklarından dolayı karşılarına çıkan herkesi yendiler ve bütün yeryüzünü kapladılar. Şimdi ise bu Moğollar daha önce kendilerine yapılan zulmün bin katını aciz, zayıf, çaresiz ve zavallı durumdaki halka yapıyorlar. Göreceksiniz bu kadar büyük güçlerine, kuvvetlerine ve ihtişamlarına rağmen, Allah onları da yaptıkları zulüm ve haksızlıklar yüzünden, halkın fakirliği ve zayıflığı vasıtasıyla yakında yok edecek, köklerini kazıyacaktır. Elde ettikleri o büyük başarıların kendi güç ve kudretlerinden kaynaklanmadığını, hepsinin hikmet gereği Allah’ın inayeti ve yardımıyla olduğunu, dünyayı bununla zapt ettiklerini, Allah onlara da herkese de gösterecek, halkın zaafı ile onları yok edecektir (Fîhi Mâ Fîh, sayfa: 101-102).

Allah, kimsenin kimseye zulmetmesine seyirci kalmaz, müsamaha etmez. Allah, zulmü kendisine haram kıldığı gibi, bütün kullarına da haram kılmıştır. Kim yaparsa yapsın, zulme asla razı olmaz. ‘Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız! (Bakara Suresi, Âyet: 279)’ açık buyruğuyla zulmetmeyi de, zulme razı olmayı da yasaklamıştır. Hazreti Peygamber de sürekli: ‘Allah’ım! Zulmetmekten ve zulme uğramaktan Sana sığınırım!’ diyerek zulümden Allah’a sığınırdı.

Zalim kadar, zulme seyirci olanlar, ona razı olanlar da suçludurlar. Çünkü zulme seyirci kalmakla ve rıza göstermekle zalimi cesaretlendirmiş olurlar. Allah zalimleri, onları destekleyenleri, zulme seyirci kalanları, hatta onlara azıcık bir meyil ve eğilim gösterenleri bile çok şiddetli şekilde uyarıyor: ‘Zulmedenler, nasıl bir devrimle devrilip gideceklerini yakında görecekler! (Şuara Sûresi, Ayet: 227).’ ‘Zalimlere meyil, eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin (zaten) Allah’tan başka hiçbir dostunuz yoktur. Sonra (O’ndan da) yardım göremezsiniz! (Hud Sûresi , Ayet: 113).

Allah, her zaman zalimlerin düşmanı ve mazlumların yardımcısıdır. Kim olursa olsun, Allah zalimlerin kökünü mutlaka kazır. Dolayısıyla zalimin zulmüne bakıp aldanmamalı, ömrünün kısalığına ve sonunun kötülüğüne bakıp ibret almalıdır.

Zulümle kuyu kazan, kendisi için tuzak hazırlamış olur. Zalimlerin zulmü karanlık bir kuyudur. Kim daha çok zalimse onun kuyusu, daha karanlık ve daha korkunçtur. ‘Daha kötüye, daha kötü ceza verilmesi’ adaletin gereğidir. Sen zayıfları, acizleri asla yardımsız, kimsesiz sanma! Kur’andaki ‘İzâ câe nasrullahi’ ayetini iyi oku! Yerde bir zayıf mazlum aman dilese, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar. Bazıları kendi zalimliklerini görmezler de durmadan başkalarının kendilerine yaptıkları zulümlerden yakınırlar. Hâlbuki o gördüğü zulümlerin çoğu onun da huyudur. Belki de o gördüğü zulüm kendi huyunun nifakının, zulmünün, gafletinin kendisine yansımasından başka bir şey değildir. Kendisi de o zalimlerdendir de, başka zalimleri kınarken, onlara vururken kendi kendini de yaralamaktadır. İnsanlar kendi işledikleri açık zulümlere, haksızlıklara, adaletsizliklere hiç dönüp bakmazlar, hatta zulmü, kötülüğü, haksızlığı kendilerine yakıştıramaz, kendilerinde görmezler. Eğer görebilseler önce kendi kendilerine candan düşman olurlardı. Bu, aynaya bakan birisinin aynadaki kişinin yüzünde çirkin, kötü ve iğrenç bir yara görünce iğrenmesi, tiksinmesi, nefret etmesi gibi bir şeydir. Hâlbuki o gördüğü kendi yüzündeki yaranın yansımasından başka bir şey değildir.  Gözünün önüne mavi renkli bir cam koyan kimse, bütün dünyayı mavi görür. Peygamber Efendimiz ‘Müminler birbirinin aynasıdır’ buyurmuştur. Dolayısıyla Allah’ın nuruyla bakabilen, her şeyi abartmadan veya önemsizleştirmeden olduğu gibi gösterebilen mümine gaip bile bütün çıplaklığıyla görünür. Fakat Allah’ın nuruyla değil de Allah ateşiyle yani zulümle, kötülükle, kinle, nefretle bakanlar, iyiliği kötülüğü birbirinden ayırt edemezler, kötülükten de, iyilikten de gafil olurlar, kötülükte kalırlar (Mesnevi, Cilt I, beyit 1309 ve devamı).

Kendini gören, kendini beğenen, kendine tapanlar başkasında bir hata, bir suç gördüler mi, içlerinde hemen cehennemden daha şiddetli bir ateş parlar. Bir de bazıları kalkar bu kibirlerine din gayreti adını takarlar, buna sebep olan kendi kâfir nefislerini görmek istemezler. Hâlbuki din gayreti çok daha başka bir şeydir ve din gayretinin başka alametleri vardır. Din gayretinin ateşi ortalığı yakıp yandırmaz, aksine o ateşten bütün dünya yeşerir, hayat bulur  (Mesnevi, Cilt I, beyit: 3346 ve devamı).

2061 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir