HAKİMLİK KORKUSU

Birisi bir beldeye geldi:

– Ben, akıllı bir adam arıyorum, onun¬la meşverette bulunacağım, mahrem bir sorum ve sorunum var, ona danışacağım, diye sordu. Sorduklarından biri:

– Şehri¬mizde kendisini deliliğe, dîvâneliğe vurmuş bir adam vardır. Buralarda ondan da¬ha akılı birisini bulamazsın. Fakat o da kendisini dîvânelikte gizler. Aha işte bak, şu ilerde, bir sopayı at edip üstüne binmiş, çocuklarla koşuşturup duruyor! dedi.

Akıllı arayan adam, kendisini deliliğe vurmuş yaşlıca zata doğru yaklaştı:

– Ey kendisini çocuk gösteren ulu zat! Bana bir sır söyle! dedi. Fakat muhatabı onu tersleyerek:

– Yürü, yürü, hadi git, defol buradan! Şimdi bu kapıyı çalma! Bugün bu kapı kapalı, sır söylenecek gün değil! Geleceksen başka zaman gel! Hem eğer bende akıl olsaydı, ben de diğer şeyhler, âlimler gibi olur, onlar hangi işlerle uğraşıyorlarsa, o işlerle uğraşırdım, dedi.

Beldenin en akıllı adamı diye gösterilen bu kişide, gerçekten de hiçbir akıllılık emaresi yoktu. Biraz tereddüt ettikten sonra gerçek durumunu öğrenmek arzusuyla ona tekrar seslendi:

-Ey sopayı at edip de binmiş atlı, atını biraz da bu yana sür!

Sopadan atını kendisine seslenen kişiye doğru süren divane:

-Ne istiyorsun? Çabuk söyle! Haberin olsun; atım çok serkeştir; pek huyludur, sonra söylemedi deme! Bu at şimdiye kadar çok kişileri tepeledi. Dikkat et, seni de tepelemesin! Ne soracaksan çabuk sor! dedi.

Adam, karşısındakinin bu garip hali karşısında, gönlündeki esas söylemek istediği sırrı söylemekten vazgeçti. Bunun yerine divaneyi alaya alarak:

– Şey diyecektim! Ben evlenmek istiyorum da, nasıl bir kadın alayım? diye sordu. Dîvâne:

– Dünyada üç türlü kadın vardır. Birisini alırsan, tamamen senin olur. İkincisini alırsan, yarısı senin olur. Üçüncüsü ise sana yar olmaz! Bunlardan biri bitmez tükenmez bir hazinedir, diğer ikisi de zahmet ve sıkıntıdan başka bir şey değildir. Haydi, şimdi çekil atımın ayağının altından! Seni tepelerse bir daha kalkamazsın! dedikten sonra yine ‘Hay, huy!’ edip, sopasını sürerek çocukların arasına daldı.

Adam, bir süre onu seyrettikten sonra tekrar bağırdı:

-Peki, ama ben bu senin söylediklerinden hiç bir şey anlamadım. Gel de hiç olmazsa şunu etraflıca anlat! Bu söylediğin üç çeşit kadın kimlerdir?

Divane kılıklı adam, yine ona doğru at sürüp dedi ki:

-Bâkire alırsan, tamamıyla senin olur! Sen onu tanırsın, o da seni tanır! Gamdan, kederden kurtulursun. Yarısı senin olan, çocuksuz duldur. Fakat hiçbir surette sana yar olmayacak olan eski eşinden çocuğu da olan kadındır. İster istemez onun bütün hatıraları ve sevgisi öbür tarafa yönelir. Haydi, çekil, uzak dur atımdan! Yoksa nalları altında ezilir, tepelenirsin, karışmam ha!

Sonra hiç beklemeden, bağırıp çağırarak tekrar çocukların arasına karıştı. Adam durdu durdu duramadı:

-Ey ulu padişah! Sana tek bir soru daha soracağım, ne olur gel, onu da cevapla!

diye ona tekrar seslendi.

Dîvâne, bir ara yine yanına gelip:

-İşte yine geldim. Ama ne söyleyeceksen, çabuk söyle, fazla vaktim yok! Bak, çocuğun biri topumu kaptı! dedi.

Adam:

-Ey büyük zat, bu kadar büyük ilme, edebe sahip olduğun halde, bu divanelik neden? Sen söz söylerken güneş gibi her şeyi aydınlatabildiğin halde, nasıl oluyor da böyle delilikte gizlenebiliyorsun? Bu işin sırrı ne? diye sordu.

Dîvâne kılıklı adam dedi ki:

-Laf aramızda, beni bu şehre kadı yapacaklardı. Benim haberim olmadan, kendi aralarında karar vermişler, benden de bunu kabul etmemi istediler ama ben kabul etmedim. Çünkü ben bu işe layık, bu işin üstesinden gelebilecek birisi değilim. Hal böyleyken, bir de kalkıp bilmediğim meselelerde karar vermenin vebâlini yüklenmek istemedim. İki kişi arasında olup bitmiş bir işte, kimin haklı kimin haksız olduğunu ayırt edebilmek benim yapabileceğim bir iş değildir. Bütün itirazlarıma rağmen, beni zorla kadı yapma hususunda çok ısrarcı oldular: ‘İmkanı yok, senin gibi âlim, fâzıl bir kimse dururken, biz senden aşağı birisini kendimize kadı yapamayız!’ dediler. Ben de ne yapayım, çareyi kendimi böyle deli, dîvâne göstermekte buldum. Bana göre, esas dîvânelik onların benden istediği şeyi kabul etmekti. Ben bazı insanlar gibi bu ilmi, geçimimi sağlamak, para, pul, gelir ve maaş elde etmek, şan, şöhret, mevki, makam sahibi olmak, başkalarına gösteriş yapmak, kendimi başkalarına beğendirmek ve başkaları tarafından beğenilmek için öğrenmedim. Böyle ilim ve bilgi, mübâhase, yani başkalarıyla tartışma zamanlarında pek büyük görünür ama alıcısı olmayınca, ölür gider; hiç bir kıymet ifade etmez. Hâlbuki ben malımı müflis alıcılara değil, yalnızca Allah’a satarım. Beni yüceltecek olan da yalnız O’dur.   Benim müşterim yalnızca Allah’tır. Ben, sırf O’nun rızasını elde etmek için ilim tahsil ettim ve ediyorum. Ben bu ilmi, aydınlanmak, gönül aydınlatmak, o bilgiyle kanatlanıp uçmak, irfan semalarına yükselmek, yücelmek, Allah katında iyilerden sayılabilmek, böylece ilmin, irfanın tadına varabilmek için istedim ve öğrendim. Ayrıca ben kendimi herkesten daha iyi tanıyorum. Onlar ne kadar ısrarcı olsa da kadılık (hakimlik) benim yapabileceğim, altından kalkabileceğim, bana göre bir iş değildir. Yapabileceğim bir iş olsa asla geri durmaz, kaçınmazdım ama yapamayacağım bir işi üstlenmek, hem kendime, hem de başkalarına yapabileceğim en büyük kötülük olurdu. Bu yüzden de milletten yakamı kurtarabilmek için, kendimi divanelikte gizlenmekten başka bir çare bulamadım.

Mevlana’ya göre; toplumda hiç kimse ehil, layık ve uygun olmadığı bir işe, özellikle de toplumsal, idari, siyasi ve hukuki görevlere talip olmamalı, ısrarla getirilmek istense bile kabul etmemelidir. Ancak bu hassasiyet, özellikle layık olan kişiler için görev ve sorumluluktan kaçma bahanesi ve nedeni olarak kullanılmamalı, yukarıda anlatılan hikâyede olduğu gibi ‘hâkimlik korkusu’ olarak adlandırılabilecek psikolojik rahatsızlık ve hastalık boyutlarına vardırılmamalıdır. Çünkü bu tür yersiz korku ve endişeler yüzünden ehil ve layık olanların görev, yetki ve sorumluluk üstlenmekten kaçınmaları, bu sefer de bunların yanlış ellere geçmesi tehlikesini doğurur ki, bu da hiçbir fert ve toplum için asla kabul edilebilecek ve katlanılabilecek bir durum değildir. Kötüler, ahmaklar, ehliyetsizler, liyakatsizler baş olunca, karar ve hüküm verme iktidarını ele geçirince, bu büyük güç karşısında iyiler ve akıllılar çaresizlikten, ya başlarını kilimin altına çekmek, saklanmak, gizlenmek yahut zaruret yüzünden ölü etinin bile yenmesine cevaz verildiğini delil göstererek, içine düşürüldükleri zaruretlerden, sıkıntılardan ve mahrumiyetlerden kurtulabilmek için kötülerle bağdaşmak zorunda kalırlar. Bu da herkes için çok daha kötü ve kabul edilemez bir durumdur.

Şiir:

Zamanede kötülük rağbet bulur da, iyiler bile adı kötüye çıkmışlara varırlar,

Kendilerini temize çıkarmak için kötülere yaltaklanırlarsa, büsbütün batarlar.

Bu yüzden toplumun her ferdi bunların yanlış ellere geçmemesi için çok uyanık ve dikkatli olmalı, böyle bir şeye asla göz yummamalı, bu görev ve yetkilerin mutlaka toplumun en ehliyetli, liyakatli, dirayetli ve dürüst insanlarına verilmesi konusunda üzerine düşen görev ve sorumlulukları en iyi şekilde yerine getirmelidir. Ehliyetli, liyakatli, dürüst insanlar, Devlet kademelerinde ehil ve layık oldukları görev ve sorumlulukları üstlenmeli, görevden kaçmamalı ve kaçınmamalıdır. Aksi takdirde yönetimi, hukuk devletini, iktidar gücünü, adli ve idari bürokrasiyi temsil eden Süleyman Mührü, götürülüp şeytana teslim edilmiş olur ki, bundan da daha büyük bir felaket, vebal ve sorumluluk olamaz. Mevlana, bu konudaki görüşlerini ‘Mührü şeytana verme, mülkü harap edersin!’ (Ariflerin Menkıbeleri, Ahmet Eflaki, s. 244) sözleriyle özetlemektedir. Mevlana’dan konuyla ilgili birkaç nükte, konuyu daha anlaşılabilir hale getirebilir:

Eğri merdivenin gölgesi de eğri olur. Eğrilikte kalan aşağılık kişiler, peygamberlere bile büyücü ve eğri adamlar diyorlardı (Mesnevi, Veled İzbudak Tercümesi, Devlet Kitapları, İstanbul, 1974, C. V, sayfa, 162-163).”

“Kötü kişilere, mayası bozuk olanlara bilgi öğretmek, sanat belletmek, bunların eline mal, mülk, mevki, makam, güç ve iktidar vermek, yol kesen eşkıyanın eline kılıç vermeye benzer. Kötü kişilerin eline düşen bilgi, mal, mevki, iktidar ve buyruk büyük bir fitne kesilir. Bu gibilerin canı delidir, bedenleri de artık zararlı bir kılıca ve silaha dönüşür. Böylelerinin elinden silahın, kılıcın alınması gerekir ki, adalet de, düzen de, nizam da yerini bulsun, herkes hoşnut ve razı olsun. Aslında savaş ve cihad da akılsızlıklarından, cahilliklerinden, Hakk’ka, hakikate, iyiye, güzele düşman olmuş, yalın kılıç onun üzerine saldıran, insanların yollarını kesip onları sapıtmaya çalışan, azgınların, sapkınların, yol kesicilerin elinden silahı almak, onların şerlerini def etmek için farz kılınmıştır. Çılgın bir deli, eline bir silah geçirmiş ve onunla hem kendisine hem de başkalarına zarar vermeye çalışıyorsa, o silahı ne pahasına olursa olsun onun elinden almak gerekir. Eğer silah delinin elinden alınamıyorsa, hiç olmazsa elleri bağlanmalı, yani güç ve iktidar mevkilerinden uzaklaştırılmalıdır. Yoksa sonuç, herkes için felaket olur, onlardan kendilerine de başkalarına da yüzlerce zarar gelir (Mesnevi C. IV. Beyit 1436 ve devamı).”

“Bilgisizlere, ehliyetsizlere, liyakatsizlere her hangi bir yolla ele geçirdikleri mevki ve makamın, elde ettikleri güç ve iktidarın yaptığı kötülüğü, yüzlerce arslan bir araya gelse yapamaz! Bilgisiz, ehliyetsiz, liyakatsiz kimse, acı, kötü buyruklar ve kararlar verebilen bir yetkili haline geldi mi, etki ve yetki alanı içindeki bütün memleket sanki zehirli yılanlarla, akreplerle dolar. Bu tür hasetçiler, kötü ağaca benzerler. Bunların yaratılışları acı, bahtları kötüdür. Hasetten coşarlar, ağızları köpürür durur. Allah’ın has kullarının, iyi ve güzel insanların yolunu ve boynunu vurmak, onların dünyadan köklerini kazımak için gizli açık hileler, düzenler kurarlar (Mesnevi, Cilt II, beyit 1570 ve devamı).”

“Bir toplumda hüküm külhanilerin, kötülerin eline geçerse, başka yararlı işleri bir tarafa bırakırlar da Zünûnu Mısrî gibi erdemli, iyi ve yüce kişileri zindanlara atarlar, işkencelere uğratırlar. Kalem gaddarın elinde olursa, tutar Hallâc-ı Mansur’u dâra çeker.  İktidar, hüküm ve hükümet, karar verme yetkisi, kötü kişilerin elinde olursa, elbette onların anlayışına göre en önce peygamberleri öldürmek lazımdır. Nitekim yol azıtmış böyle kötü toplumlar, aptallıklarından dolayı, kendilerini Allah’ın yoluna çağıran elçilere: ‘Biz sizi şom, uğursuz bilmekteyiz. Bize sizin yüzünüzden kötülük geliyor! diyorlardı (Yasin Suresi, Ayet:18-19)’ demişlerdi (Mesnevi, C. II. Beyt: 1393 ve devamı).”

“Buyruk ve karar verme yetkisi yol azıtmış bir sapığın eline düştü mü, eline mevki ve güç geçtiğini sanır ama o aslında bir kuyuya düşmüştür. Yol bilmez ki kılavuzluk etsin.  Çirkin canı, dünyayı yakar yandırır. Yokluk yolunun çocuğu, pirlik etmeye kalkışırsa, ardına düşenleri, düşkünlük, perişanlık gulyabanisi yakalayıverir. Gel, sana ayı göstereyim der ama oysaki o nursuz, pirsizin kendisi, hiç mi hiç ay görmemiştir. A ham kişi, a bön adam! Sen ömründe, suya vurmuş ay bile görmemişken, ayın kendisini nasıl gösterebilirsin? (Mesnevi, C. IV, Beyit 1447 ve devamı).”

“Bir toplumda iktidar gücünün, yönetme, hüküm ve karar verme, adalet dağıtma yetkisinin iyi, temiz, ehliyetli, liyakatli, dirayetli, hayırlı, dürüst kişilerin elinde bulunması, kötülerin ise iyi ve hayırlı kişilere göre yönetilen ve hizmet alan durumunda bulunmaları, her iki tarafın da hayrınadır, iyiliğinedir. Her iki tarafın ve dünyanın dirlik ve düzenliği ancak böyle sağlanabilir. Çünkü iyiler, kötüler de dâhil olmak üzere hiç kimseye zulüm ve haksızlık yapmazlar. Aksine herkesin iyiliğine ve hayrına olacak işler yaparlar, iyilikte ve hayırda yardımlaşırlar, yarışırlar. Fakat kötüler öyle değildir. Onların yalnız iyilere değil, kötülere de zararları dokunur. Dolayısıyla kötülerin iktidar gücünü, kamu yönetimini, adalet dağıtma yetkisini ele geçirmesi, iyi ve hayırlı kişilerin ise kötülere muhtaç duruma düşmesi, iki tarafın da bozulmasıyla sonuçlanır. En sonunda bütün dünyanın düzeni bozulur,  kötüler dâhil bundan herkes zararlı çıkar (Mecâlis-i Seb’a ve Mektubattan Seçmeler, Hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı, Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayını, Konya, Haziran 2006, sayfa: 69-71).”

Hazreti Ömer’in adalet anlayışından nasipsiz olan kimse, dünyada kanlı katil Haccac’dan daha adil kimse bulunamayacağını zanneder.

1774 Toplam Görüntüleme 2 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir