HİLEKÂR HİZMETÇİ

Dervişin biri seyahate çıkmıştı. Döne dolaşa bir gece bir tekkeye misafir oldu. Bir hayvanı vardı. Ahıra bağladı. Kendisi de sofaya geçip, buradaki dost ve arkadaşlarıyla zikir ve fikir alemine, hak yol ve bu yolda ilerleyip menziller aşmış yol önderlerinin özellikleri, ayak izleri ve güzel kokuları üzerine sohbete ve murakabeye daldı. O zevk ve huzur veren zikir ve murakabeler vecd ve şevkle sona erince, dervişe yemek getirdiler. Derviş, o zaman hayvanını hatırladı.

Hizmetçiye:
-Ahıra merkebimi bağlamıştım. Bir zahmet git de, hayvana saman ve arpa ver! diyecek oldu. Fakat hizmetçi çok lafazan ve geveze biriydi. Her lafı hemen dervişin ağzına tıkıyor, ona sözünü bitirme fırsatı bile bırakmıyordu. Hizmetçiyle aralarında şöyle bir konuşma geçti.

Hizmetçi:
-Lâ havle! Söylemeye ne hacet, sultanım!. Bu işler yıllardan beri hep benim işimdir!

Derviş:
– Arpayı önce ısla da öyle ver! Eşek iyice yaşlandı. Ö yüzden, dişleri pek sağlam değil!

Hizmetçi:
-Lâ havle! Ey ulu kişi, bunu niye söylüyorsun ki! Ben bilmez, anlamaz mıyım? Hizmetin nasıl görüleceğini, hep benden öğrenirler!

Derviş:
-Hayvanın semerini indir! Zavallının sırtı, yara bere içinde. Semeri daha fazla sırtında kalmasın! Yaralarına da ilaç koy!

Hizmetçi:
-Lâ havle, azizim! Benim senin gibi yüz binlerce misafirim geldi. Hepsi de bizden memnun ayrıldılar. Misafir bizim canımızdır, bizdendir!

Derviş:
-Hayvanın suyu biraz ılık olsun, soğuk olmasın!

Hizmetçi:
-Lâ havle! Ama, artık beni utandırıyorsun!

Derviş:
-Arpaya az saman karıştır!

Hizmetçi:
-Lâ havle! Bu gereksiz sözü, bu kadar uzatma artık!

Derviş:
-Altını iyice süpür, yatacağı yerde taş, çakıl kalmasın! Islaksa biraz kuru toprak serpiver!

Hizmetçi:
-Lâ havle! Yeter babam, yeter! Benim gibi işinin ehli olanlara bu kadar iş öğretmeye de kalkılmaz ki! Kısa kes artık bu sözleri!

Derviş:
-Eşeğin sırtını tımar etmeyi de unutma!

Sonunda hizmetçi:
-Lâ havle! Babam, utan artık bu sözü böyle uzatıp durmaktan! deyip, ayağa kalktı.

-Aha işte kalktım, hemen arpa saman getirmeye gidiyorum, diyerek çıktı gitti.

Gitti ama, ahır aklına bile gelmedi. Sadece dervişi aldattı. Birkaç hezelenin yanına vardı oturdu. Dervişin sözlerine gülmeye, onunla alay etmeye koyuldu.

Uzun bir yoldan gelen derviş, yol yorgunluğu ile uykuya dalar dalmaz; türlü türlü rüyalar görmeye başladı. Rüyasında eşeğini gah kurtlar parçalarken, gah çukurlara çamurlara batıp çıkarken görüyordu.

Bu kötü rüyaların arasında ikide bir uykudan uyanıyor ‘Allah Allah, bu ne saçma bir rüya! O dost canlısı, sevimli hizmetçi acaba şimdi nerede ki? Ne çare! Dostlar da kalkıp gittiler, bütün kapılar kapalı! Ben şimdi kime, ne sorabilirim?’ diye düşünüyor, kötü rüyaların verdiği vesveselerden kurtulmak için, Kur’an’dan ayetler okuyup tekrar yatıyordu.

Kendi kendine: ‘O hizmetçi bizimle oturup kalkmadı mı? Aramızda tuz ekmek hakkı yok mu? Ben ona lütuftan başka ne yaptım, yumuşak sözlerden başka ne söyledim? Ortada, bana kinlenmesini, kötülük etmesini gerektirecek hiçbir sebep de yok! Benim ona ne kötülüğüm oldu ki, onun da bana olsun!’ diye düşünüyor; ama öbür taraftan aklına, hemen Hazreti Adem ile İblis’in olayı geliyordu. Lütuf ve ihsan sahibi Hazreti Adem, İblis’e ne kötülük yapmış, ne cefada bulunmuştu da, İblis ona düşman olmuştu? İnsan, yılana akrebe ne yaptı ki, bunlar insanı sokup öldürmeye çalışıyorlar. Sokmak, öldürmek yılan ve akrep gibi hayvanların huyunda olduğu gibi, bu haset de yaratılışta var olan bir huy!

Derviş, bir yandan hizmetçi hakkında böyle kötü zanlara düştüğü için, kendini hatalı buluyor, suçluyor; diğer yandan da: ‘Kötü zanna düşmek de bir yerde tedbire sarılmaktır. Şüpheye düşmeyen, muvaffak olur mu?’ diye düşünüyordu.

Derviş, bir türlü kurtulamadığı vesveseler içindeydi Zavallı eşeğin hali ise hepten yürekler acısıydı. Semeri tersine dönmüş, kuskunu kopmuş, taş toprak, yara bere içerisinde kalmış, açlıktan, susuzluktan kıvranıp duruyordu. Zaten yol yorgunluğundan harap ve bitap düşmüştü. Düşman başına denecek türden acılar, ızdıraplar içinde adeta ölüp ölüp diriliyordu. Biçare hayvan debelenirken yanının üstüne düşüp devrildi ve sabaha kadar öyle rahatsız bir şekilde yattı.

Gündüz olunca hizmetçi gelip hemen eşeğin semerini düzeltti, sırtına da birkaç sopa indirdi. Eşek, dayağın şiddetinden sıçrayıp kalktı. Eşeğe sövüp saydı, itip kaktı, o kötü huylu adamdan ne beklenebilirse onu yaptı. Zavallı eşeğin dili yok ki, derdini ve başına gelenleri söylesin!

Derviş, sabah erkenden, yol arkadaşlarıyla beraber, merkebine binip yola düzüldü. Merkep yolda giderken iki adımda bir tökezliyor, sendeliyor, yüzüstü yere kapaklanıyordu. Herkes zavallı hayvanı hasta sanıyor, kimi kulağını buruyor, kimisi yara mı var diye damağına bakıyor, kimisi nalında taş arıyor, kimisi de hayvanın gözünün puslu olduğunu söylüyordu.

Dervişe:
-Yahu sen, dün bunun için iyi eşektir, kuvvetli eşektir, çok şükür! demiyor, bunu bize methetmiyor muydun? Peki, bu eşeğe bugün ne oldu? diye sordular.

Derviş, durumu anladı ve:
-Geceleyin azığı ‘Lâ havle’ olan, sabaha kadar aç susuz tespih çeken eşek, gündüz işte böyle secde eder! diyerek eşeğin başına gelenleri kısaca özetledi.

İnsanların çoğu insan yiyicidir. Gönülleri şeytan yuvasıdır. İnsan şeytanlarının selam vermelerine pek güvenme, boş laflarına da pek kulak asma! Onların hilelerine, sözlerine kananlar, o eşek gibi, yolda tepe üstü yuvarlanırlar. Şeytanın, şeytan tabiatlı insanların ve dost görünüşlü düşmanların ‘Lâ havle’lerine, sahte saygılarına, yüze gülmelerine kanarsan, İslâm yolunda, bu dünyada da o dünyada da tepetaklak gidersin. Kötü dostların işvelerini, sevgi gösterilerini, yaltaklanmalarını, sana yeryüzünde kurulmuş tuzaklar olarak gör ve bu yeryüzünde pek de emin yürüme! Kötü dostların sana ‘Ey can, ey dost, ey sevgili’ diye hitap etmelerini, kasabın biraz sonra başını kesip, kanını akıtacağı ve postunu yüzeceği hayvana gösterdiği sevgi gösterisi gibi bil, onun niyetinin de elinden gelirse biraz sonra ağlatıp inleterek senin başını kesip, derini yüzmek olduğunu anla! Düşmanlarının bu afyonlarını yutan zavallıların vay haline! Aslanlar gibi avını kendin avla! Yabancıların yaltaklanmasına da değer verme, yakınlarının yaltaklanmasına da! Aşağılık kişilerin hatır saymasını, hürmetini, o hizmetçinin hatır sayması gibi bil. Kimsesizlik bile, adam olmayanların dostluğuna kanmaktan daha iyidir.

Önce kendi işini gör, yabancının işini değil! Yabancı dediğim kimdir? Senin toprak bedenin! Onu burada bırakıp gideceksin. Başına ne kötülük, gam, elem, ne geliyorsa onun yüzünden geliyor. Tene yağlı ballı şeyleri verdikçe ve hep onun isteklerini yerine getirdikçe hakikatini, cevherini semirmiş göremezsin. Onu hep miskler, güzel kokular içinde yaşatsan bile, ölüm günü geldiğinde kendi pis kokusu yine meydana çıkar.

Yüceler yücesi Allah’ın adını anmak, O’nu hatırlayıp zikretmek, gönle, ruha misk sürmektir. Miski tene değil, gönle sürmek gerekir. Münafık, Allah adını sadece dili ile tekrarladığı için miski tenine sürmüş olur. Fakat imansızlık yüzünden içi iğrenç kokularla doludur. Münafığın Allah’ı zikretmesi pislikte biten güzel gül ve çiçeklere benzer. Onun asıl yeri orası değil, tertemiz gülistanlar, has bahçelerdir. Pislikte gül bitti diye, orası da gülistan olmaz.

Kardeş, senin esas varlığın düşüncelerin, ruhun ve manevi dünyandır. Eğer, düşüncelerin, manevi varlığın gül ise, sen de gül bahçesisin demektir; dikense külhana layıksın. Gülsuyu gibi güzel kokuluysan, seni başlara sürerler, koyna serperler, dışkı ve sidik gibi pis kokuluysan dışarı atarlar. Koku satanların tablalarına bak! Her cinsi, kendi cinsinin yanına koyarlar. Cinsleri kendi cinsleriyle veya birbirine uygun cinslerle karıştırırlar. Bu uygunluktan da başka bir güzellik, başka bir hoşluk meydana getirirler. Fakat kaza ile örneğin, mercimekle şeker birbirine karışacak olsa, onları tek tek birbirinden ayırıp uzaklaştırırlar.

Hikmet gereği, tablalar kırıldı, canlar döküldü de, bu alemde iyi kötü, hak batıl birbirine karıştı. Allah, bu taneler ayrılıp, herkes yerini bulsun; hepsi kendi tabağına konsun diye, kendi katından kitaplar indirdi, peygamberler gönderdi. Peygamberler gelmeden önce insanların hepsi bir görünmekteydi. Mümin, kafir, Müslüman, çıfıt… görünüşte hepsi aynıydı, aralarında fark yok gibiydi. O zaman alemde kalp akçayla sağlam akça bir yürüyebiliyor, ikisi de aynı değerde sanılıyordu. Çünkü ortalık tamamıyla geceydi, karanlıktı, bizler de gece yolcularına benziyorduk. Peygamberlerin güneşi doğunca : ‘Ey karışık uzaklaş, ayrıl! Ey saf beri gel!’ diye her tarafı aydınlattı, herkes ve her şey gerçek yüzüyle tanınabilir hale geldi.

Renkleri ışığın yardımıyla göz ayırt edebilir. Kıymetli mücevherle adi taşı göz seçebilir. İnciyi, süprüntüyü göz anlar. Değersizliğini, işe yaramazlığını ortaya koyduğu için de çerçöp göze batar.

Şu kalpazanlar, sahtekarlıklarının ortaya çıkmasını istemediklerinden, gündüze düşmandır. Fakat madendeki altınlar, gündüze aşıktır. Çünkü kuyumcu ve sarraflar, altını fark edebilsinler diye gündüz, altına ayna ve ışıktır.
Kırmızı yüzle sarı yüzü, güzel yüzlü ile çirkin yüzlüyü gündüz gösterir. Yüce Allah, herkesin gerçek durumu ayan beyan orada ortaya çıkacağı için kıyamete de ‘gün’ lakabını takmış, o döneme ‘kıyamet günü’, ‘ahıret günü, ‘hesap günü’ demiştir.

Eğer insan, suretle insan olsaydı, Ahmet’le Ebu Cehil eşit olurdu. Duvara yapılmış insan resmi de insana benzer. İşte bak, şekil bakımından neyi eksik? O parlak resmin yalnızca canı eksik. Yürü, sen de o nadir bulunur cevheri ara!

Ashab-ı Kehf’in köpeğine el verilince, dünyadaki bütün aslanların başları alçaldı. Canı, nur denizine gark olduktan sonra, kötü ve çirkin suretinin ona ne zararı var?

Kalemler, sureti övmezler. Kitaplara da insanın suretine, şekline ait özellikler değil, ‘alim, erdemli, adalet sahibi’ gibi kişiliğine ait özellikler yazılır. Bilgi ve adalet sahibi olmak hep manadır. Onları somut şekilleriyle önde, arkada hiç bir yerde bulamazsın.

Kin yüzünden yol azıtanlara da kin tutma! Çünkü kin tutanların kabirlerini, yine kin tutanların yanlarına kazarlar. Kin, dinin düşmanıdır. Kinin aslı cehennemdir. Senin kinin de o genel kinin bir parçası olduğundan, seni cehenneme doğru çeker.

1325 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir