HİNDİSTAN HEDİYESİ

Bir tacirin çok güzel bir papağanı vardı. Kafeste beslenen, çok güzel ve hoş nağmeli bir papağandı.
Tacir, günün birinde alışveriş amacıyla Hindistan’a gitmek için yol hazırlıklarına başladı. Cömert ve kerem sahibi tacir, ev halkından, hizmetçilerden her birine, Hindistan’dan kendilerine ne hediye getirmesini istediklerini sordu. Her biri kendisinden bir şey diledi. O da kendilerine istediklerini getireceğini vaat etti.
Papağan’a da:
-Sen ne armağan istersin, Hindistan’dan sana ne getireyim? diye sordu. Papağan dedi ki:
-Oradaki papağanları görünce, benim halimi anlat! Onlara de ki: ‘Sizin müştakınız olan filan papağan, Allah’ın takdîri ile bizim mahpusumuzdur. Size selam gönderip, yardım istedi. Dedi ki: Reva mıdır, ben sizin iştiyakınızla gurbet elde can vereyim? Ben, kafes içerisinde mahpus olayım da, siz yeşilliklerde, ağaçlarda, gül bahçelerinde zevk ve sefa edin? Sizden derdime bir çare, bir yardım, bir kurtuluş yolu diliyorum!’
Tacir, papağanından Hindistan’daki papağanlara selam götürmeyi kabul etti. Hindistan’a ulaşınca, kırda birkaç papağan gördü. Atını durdurup, onlara seslendi. Papağanının selamını ve kendisine emanet ettiği sözleri söyledi. Bunun üzerine o papağanlardan birisi, hemen titremeye ve çırpınmaya başladı. Sonra nefesi kesildi ve düşüp öldü.
Tacir, bu selamı ve haberi getirdiğinden dolayı çok pişman oldu. ‘Ben ne yaptım? Durup dururken bir cana kıydım! Bu papağancık, her halde benim papağanımın çok yakın ve sevdiği bir akrabası olmalı! Bunların cisimleri ayrı ama, galiba canları bir. Ben bu işi niye yaptım? Bu münasebetsiz haberle biçareyi boşu boşuna yaktım, yandırdım, ölümüne sebep oldum!’ diye kendi kendine kızdı.
Tacir, alışverişini bitirip, muradına nail olarak evine geri döndü. Herkese armağanlarını hediyelerini dağıttı. Papağan:
-Efendim! Herkesin armağanını dağıttın. Benim armağanım hani? Ne söyledin, ne gördünse bana da anlat! dedi.
Tacir:
-Anlatamam! Zaten, niye böyle saçma bir haberi götürdüm diye, hala pişmanlıktan elimi ısırıp duruyorum! dedi.
Papağan:
-Efendim, ne pişmanlığı? Ne oldu da bu kadar üzülüp, sinirlendin? diye ısrar edince, Tacir olan biteni daha fazla saklayamadı:
-Şikâyetlerini, Hindistan’daki sana benzeyen papağanlara söyledim. İçlerinden biri senin derdini anlayınca, ödü patladı, titreyip çırpınarak öldü. Çok pişman oldum ama, iş işten geçtikten sonra pişmanlığın ne faydası var? dedi.
Papağan, bunu duyunca, o da titreyip çırpınmaya başladı, sonra da kaskatı kesilip, olduğu yere düştü. Sahibi onun da böyle düşüp öldüğünü görünce, yerinden sıçradı, külahını yere vurdu? Yenini yakasını yırtıp parçaladı. Üzüntüsünden ateşler, feryatlar, dertler içinde:
-Vah, yazık benim güzel sesli, bülbül ötüşlü, hoş nağmeli, düşüncelerimin, sırlarımın tercümanı, anlayışlı kuşum! Sen benim, ruhumun neşesi, bağı, bahçesi, çiçeğiydin! Ne oldu sana! Neden bu hale geldin? Sen ne güzel, ne iyi bir kuştun! Ne yazık ki seni geç buldum, tez kaybettim! Ah dilim ah! Sen bana ne çok zararlar veriyorsun, başıma ne işler açıyorsun! Şimdi de benim değerli kuşumu uçurdun! Ey dil, sen nasıl bir şeysin ki, hem bitmez tükenmez bir hazinesin, hem de dermansız bir dert! Nice zalimler, bir sözleriyle koca alemi yakıp yıkmışlar, ateşe vermişlerdir. Bir söz, bir alemi yakıp yıkar, yine bir söz tilkileri aslan eder!’ gibi yüzlerce karmakarışık sözler söyledi. Kendi kendine tutarlı tutarsız, ileri geri bir sürü şey sayıp döktükten ve acısını, nazını, niyazını dile getirdikten sonra, papağanı kafesten çıkardı, dışarıya koydu. Papağancık hemen canlandı ve uçarak yüksek bir ağacın dalına kondu.
Olup bitenleri anlamakta güçlük çeken tacir, gördükleri karşısında şaşırıp kaldı. Başını yukarı kaldırıp, daldaki papağana:
-Ey sevgili kuşum, halini bize de bildir! Hindistan’daki papağanın yaptığından, sen ne öğrendin de, bize bu oyunu oynadın, canımızı yaktın? diye sordu. Papağan dedi ki:
-O, hareketiyle bana nasihat etti. Güzelliği, güzel söz söylemeyi, neşeyi bırak! Seni hapse tıkan dilinin belasıdır. Benim gibi öl ki, kurtulasın! Kim güzelliğini mezada çıkarırsa, düşmanların kem gözleri, kin ve gayzları, hasetleri yüzünden başına gelmedik kaza, bela kalmaz! Düşmanları onu parça parça ederler, dostları da ömrünü heva ve heves içinde, boş işlerle geçirip, tüketmesine sebep olurlar! Bahar zamanı ekin ekmekten gafil kişi, hasat zamanı ne devşirecek! Allah’ın lütfuna sığınman gerekir ki, bir penah bulasın. Allah’ın inayetiyle, su ve ateş bile, Hz. Musa’nın ve Hz. İbrahim’in olduğu gibi, senin de askerin olur! O papağan, bana bu nasihati vermek için kendisini ölü gösterdi. Eee, şimdi artık ayrılık vakti geldi. Allah’a ısmarladık!
Tacir de:
-Allah selâmet versin, haydi git! Sen de bana bu sözlerinle yeni bir yol gösterdin, diyerek papağanı uğurladı.
Halkın, bir kişiyi ululamasının ve parmakla göstermesinin türlü kötülükleri vardır. O, halkı, kendisinin sarhoşu görünce gururlanır, kibirlenir elden avuçtan çıkmaya başlar. Nefis, çok övülmesi yüzünden Firavunlaşır. Şeytan böyle milyonlarcasını, dipsiz uçurumlardan aşağıya ve azgın ırmaklara atmıştır.
Can dediğin iyi ve doğru bir yol izlemelidir. Ten kafesine girenlerin, çıkanların, sahte dostların aldatmasıyla can, bedende diken haline gelir. İyi gün dostları insanın etrafında pervane olurlar. Birisi gelir, ‘Ben senin sırdaşın olayım!’ der. Öbürü: ‘Hayır, senin akranın, emsalin asıl benim!’ der. Bu der ki: ‘Sen bir tanesin. Varlık aleminde güzellik, fazilet, iyilik, cömertlik bakımından senin gibi hiç kimse yoktur!’ Öbürü der ki: ‘İki cihan da senindir. Bütün canlarımız, senin canına kurban olsun!’
Ama zaman geçip, eski hali, eski letafet ve güzelliği kalmayınca, onunla düşüp kalkan en yakınları bile ondan bıkar, usanırlar. Güzelliğinden dolayı adeta ilahlaştırılan dilberler, eski güzellikleri kalmayınca, nasıl bir kenara atılırlar, şeytanlar bile ondan utanır, kaçarsa, bir menfaat arzusuyla insana yaklaşanlar da artık o ümit kalmayınca insanın çevresinden öyle dağılırlar. Onu hor ve hakir bırakarak, terk ederler.
Dünyanın lütfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır ama, az yemelidir! Çünkü ateşten bir lokmadır. Zevki meydandadır, ama ateşi gizlidir; dumanı da sonunda meydana çıkar.
Sen, ‘Ben o övgüleri duyar mıyım, yutar mıyım? Onlar, tamahlarından, menfaat beklentileri yüzünden beni methediyorlar. Ben bu gibileri çok iyi bilir, çok iyi tanırım!’ deme! Bir bak, seni şimdiye kadar metheden bir kişi, tutup halk içinde aleyhinde bulunacak olsa, bunun tesiriyle gönlün, günlerce nasıl da yanar. Bu kişinin, mahrumiyetten, senden umduğu yararı göremediğinden, beklentileri karşılanmadığından ve kâr beklerken zarar ettiğinden dolayı aleyhinde bulunduğunu pekâlâ bildiğin halde, o sözler, yine de gönlüne dokunur, uzun süre bunun etkisinde kalırsın.
Methedilmekten de sana bir ululuk gelir, dene de bak! Övgünün de günlerce tesiri altında kalırsın. O övgü, canın ululanmasına, aldanmasına sebep olur. Fakat kınanmanın kötü etkisi hemen göründüğü halde, methedilmenin etkisi zahiren hemen görünmez. Çünkü kınanmak acı, methedilmek tatlı bir şeydir. Kınanmak, acı bir ilaç veya hap gibidir. İçersen, yahut yutarsan, acılığını ve sana verdiği elemi uzunca bir süre hissedersin.
Tatlı bir şey yersen, onun zevki kısadır, bir anlıktır; acı kadar uzun sürmez. Tatlı tatlı methedilmenin kötü etkileri, şeker hastasına tatlının verdiği zararların sonradan ortaya çıkması gibi, başlangıçta hemen görülmez, gizlidir. Perhizine uymayan şeker hastası, dayanamayıp tatlıları, şekerleri bol bol yiyecek olsa, o anda bunun hiçbir zararını görmez, hatta ağzı tatlanır, bundan zevk de alır. Ama ölçüsüz yenen o tatlılar, bir müddet sonra vücuttaki gizli ve kötü etkilerini göstermeye başlar. Vücudun orasında burasında yara bereler, çıbanlar çıkmaya, hayati organlar fonksiyonlarını yerine getirememeye, eller ayaklar çürümeye başlar ve farkına varmadan vücut iflas eder. Perhize uymayan, yaptığı hatayı anlar ama, artık iş işten geçmiş olur.
Mevki ve makamın, güzellik ve letafetin yüzünden seninle düşüp kalkanlar, sana iltifat edenler, artık bunlar kalmayınca senden bıkıp, usanırlar.
Eteğine sarılan, etrafında dolanan kimseler, sen bu hale geldikten sonra senden kaçacak delik ararlar. Eskiden seni aldatmak için göklere çıkaranlar, şimdi sana ‘şeytan’ adını takarlar, seni kapı dibinde görseler ‘Bu mezarından çıkmış hortlak burada ne arıyor?’ derler. Şeytan, sen iyi bir insan oldukça peşine düşer, seni izler, ardından koşar, sana zehrini tattırmaya çalışır. Şeytan, adamın yanına bir kötülük maksadıyla, onu doğru yoldan sapıtmak için yanaşır. Ama sen, şeytan huyunda ayak direyip şeytanlaşırsan, şeytan da artık senin yanına gelmez. Çünkü sen, şeytandan da beter olduğun için, şeytan bile senden kaçar.
Halkın seni övmesini, sana yaltaklanmasını, tatlı ve inandırıcı sözlerini alıyor, altın gibi cebine indiriyorsun. Halbuki Hak yolda merhale kat etmiş, mânâ alemine sultan olmuş, ulu kişilerin sana sövme¬si, vurması, sapıkların övmesinden daha iyidir. Böylece hatalarını düzeltir, noksanlıklarını görür, giderir, sen de ikbal sahibi bir er olursun. Aksi takdirde manevî bakımdan çıplak ve yoksul kalırsın! Bugüne kadar, gönüller yırtan, kalplere elemler veren taş gibi katı oldun! Tecrübe et, bundan sonra da toprak gibi yumuşak ve mütevazı ol! Bahar gelince hiç taş yeşerir mi? Toprak ol ki, renk renk çiçekler bitiresin!

1082 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir