GÜZELLİK, SEVGİ VE AŞK

Leyla ile Mecnun hikayesini duyan zamanın hükümdarı, aşkından Mecnun’u çöllere düşüren Leyla’nın nasıl bir güzelliği olduğunu merak ederek onu tanımak istedi ve huzuruna getirtti. Baktı ki, hiç te öyle olağanüstü bir güzelliği yok. Hatta kendi etrafındaki güzellerle kıyaslandığında güzel bile sayılmaz. Onun gerçek Leyla olduğundan kuşkulanan padişah Leyla’ya:

-Aşkından Mecnun’un perişan olduğu, kendini kaybedip çöllere vurduğu Leyla gerçekten sen misin? diye sordu. O da

-Evet benim, deyince ona:

-Ama sen, o kadar da güzel bir kız değilsin! dedi. Leyla:

-Evet ama, siz de Mecnun değilsiniz! Bana onun gözüyle bakıp, beni onun gözüyle göremezsiniz ki! diye cevap verdi.

Gönül kimi severse, güzel odur. Bunun tersi düşünülemez. Yani, her sevilenin illa herkese göre güzel olması gerekmediği gibi, her güzelin de sevilmesi gerekmez. Aşkın gözü kördür, derler. İnsan sevdiğinin kusurlarını görmez. Güzel bakan, güzel görür. Güzellik, sevilmenin, sevimliliğin sadece unsurlarından biridir. Asıl olan sevimli olmak, sevilmektir. O olunca, güzellik de elbette olur. Bir şeyin parçası, bütününden ayrı olamaz ve her zaman parça, bütünü ile beraber bulunur.

Mecnunun zamanında da güzeller vardı ve onlar Leyla’dan daha da güzellerdi. Ama Mecnun, onlara aşık olmamış, sevgi göstermemişti. Hatta birçokları Mecnun’a:

-Kardeşim, şu Leyla’da ne buluyorsun da, kendini böyle harap ediyorsun! Yazık etme şu gençliğine! Bu dünyada Leyla’dan çok daha güzelleri var. İstersen, sana ondan on kat daha güzelini buluruz! dediler. Mecnun:

-Ben Leyla’yı dış görünüşü ve fiziki güzelliği için sevmiyorum. Leyla benim için, sadece dış görünüşten ibaret değil ki! Leyla, benim elimdeki kadeh gibidir. Ben, o kadehe değil, kadehten içtiğim şeye aşığım. Sizin gözünüz ise sadece kadehi görüyor, içindekinden haberiniz bile yok! Bana mücevherlerle, pırlantalarla süslü altın bir kadeh verseler, fakat içinde sirke veya kötü bir içecek olsa, o benim ne işime yarar? Ondan ne tat alabilirim? Halbuki içinde hoş bir içecek bulunan eski, kırık bir kase, benim için o süslü püslü altın kadehten ve onun gibi yüzlercesinden daha hoştur.’ dedi.

Bunu anlayıp ayırt edebilmek için de, insanda aşk ve şevk lazımdır. Mesela on gündür hiçbir şey yememiş bir açla, günde beş öğün yemek yiyen bir tok, beraberce bir ekmeğe baksalar, tok olan ekmeğin dışını, şeklini, aç olan ise canını, özünü görür. Bu ekmeğin şekli kadeh, onun tadı da o kadehin içindeki içecek şey gibidir. O tat, ancak iştah ve şevk gözüyle görülebilir. Bunun için, sen de kendinde aşk, şevk ve iştah hasıl et ki, sadece dışı gören bir insan olmayasın, her zaman ve her yerde gerçek sevgiliyi görebilesin.

Dış güzelliğe yönelik aşklar aşk sayılmaz. Onlar nihayet gün gelir, bir ar olur. Ölümlülerin aşkı da ebedi değildir. Çünkü ölenler, tekrar bize dönüp gelmezler. O dirinin aşkını seç ki, bakidir ve sana cana canlar katan, baş ağrısı yapmayan, aklı gidermeyen hoş şaraplardan sakilik eder. O’nun aşkını seç ki, bütün peygamberler, O’nun aşkıyla yenilmez kuvvet ve kudret bulmuşlar, iş güç sahibi olmuşlardır. Diri aşk, ruhta ve gözde süreklidir. Her an goncadan daha taze olur durur. Sen: ‘Bize o yüce padişahın huzuruna varmaya izin yoktur’ deme. Kerim olan kişilere, hiçbir iş güç değildir.

Surete, dış güzelliğe olan aşklar, mutlaka surete ve güzel kadına değildir. Zahiri sevgili, cihanda o gizli maşukun bir imtihanından ibarettir. İster bu cihanın aşkı olsun, ister o cihanın aşkı, hakiki maşukta suret yoktur. Eğer gerçekten suretine, dış görünüşüne aşıksan, sevgilin ölünce onu hemen niye terk ediyorsun? İşte bak, sureti yine aynen yerinde! Öyleyse bu terk edişin neden? Ey aşık, iyice ara ve anla ki, gerçek maşukun kim?

Ey temiz ve saf kişi! Neden bir kerpice gönül veriyorsun? Ebedi olan bir aslı iste! Sevgili eğer beş duyu ile idrak edilebilseydi, o zaman her idrak edilen güzele aşık olman gerekirdi?

Hislerine, duygularına hakim olan, akılın nuru, aydınlığıdır. İnsanlardaki dış güzellik, altın yaldıza benzer. Bunu, bakırın üstündeki altın yaldız bil! Öyle olmasaydı, nasıl olurdu da sevgilin, zamanla kart bir eşek haline gelirdi. Bir zamanlar melek gibiyken, sonradan şeytan’a döndü değil mi? Elbette, çünkü o güzellik onda ariyetti, geçiciydi.

O güzelliği veren ondan yavaş yavaş alıyor, taze fidan iken, gitgide kurumaya yüz tutuyor. Var : ‘Ömürlerini uzattıkça kuvvetlerini azaltırız.’ (Kur’an-ı Kerim, 36. Sure (Yasin) Ayet:68)’ ayetini oku da, gönül iste, kemiğe gönül verme! Çünkü gönül güzelliği, baki güzelliktir. O güzellik devleti, abıhayata sakidir. Ey kendi aklına aşık olan ve kendisini surete tapanlardan üstün gören!

Sevgiden acılıklar tatlılaşır, sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgiden bulanık ve tortulu sular, arı duru bir hale gelir, sevgi dertlere deva, hastalıklara şifadır. Sevgi ölüyü diriltir, sevgi padişahları kul eder. Sevgi bilgiden ve bilgi sonucu meydana gelir. Saçma sapan şeylere kapılan kişi, nasıl olur da böyle yüce bir tahta oturabilir?
Eksik bilgi nereden aşkı doğuracak? Eksik bilgi de bir aşk doğurur ama o aşk, cansız şeyleredir. Eksik bilgi sahibi, cansız bir şeyde dilediği şeyin rengini görünce, adeta bir ıslıktan sevgilinin sesini duymuş gibi olur. Eksik bilgi fark ve temyize malik değildir. Nihayet şimşeği güneş sanar.

Bu yüzden peygamber, noksanı olan kişiye melun dedi. Fakat bu noksan, akıl noksanı olarak yorumlanmış, açıklanmıştır. Bedeninde noksanı bulunana ancak acınır ve acınması gereken kişiye lanet etmek, böyle bir adamı yaralamak hiç de yakışık alacak bir şey değildir. Lanet edilmesi gereken kötü hastalık, uzaklığa layık olan illet, akıl noksanıdır. Zira noksan akılları tamamlamak, yani akıllanmak mümkündür, fakat bedendeki noksanı tamamlamaya imkan yoktur. Hakk’tan uzak düşen, O’na düşman olan her kötü kişinin kafirliği, Firavunluğu, genellikle akıl noksanından ileri gelmiştir. Beden noksanlığı için Kur’an’da ‘Köre, topala, hastaya savaşa gitme mükellefiyeti yok! (Kur’an-ı Kerim, 48. Sure (Fetih) Ayet:17)’ diye genişlikler getirilmiştir.
Şimşeğin aydınlığı çabucak sönüp gider, pek vefasızdır. Sen, aydın ve parlak olmayan geçici şeyi baki olandan ayırt edemiyorsun. Onun geçici nuruna gönül bağlayana, şimşek de güler. Bil ki, şimşek göz nurunu alır, baki nur ise gözlere yardımcıdır.

Deniz köpüğü üstüne at sürmek, şimşek aydınlığı ile mektup okumaya çalışmak, hırs yüzünden akıbeti görememek, kendi aklına gülmektir. Aklın özelliği işin sonunu görmektir. Akıbeti görmeyen akıl, nefistir. Nefse mağlup olan akıl, artık nefis haline gelmiştir.

2234 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir