Türklük ve Müslümanlık

Türk adı ile İslam adı arasında, inceleyenleri hayretlere düşürecek ilişkiler, bağlantılar vardır. Öyle ki birbiriyle bu kadar ilintili ve bağlantılı başka iki isim veya kavram gösterebilmek imkânsız sayılabilecek kadar zordur. Türklerin İslam’a çok büyük hizmetleri olduğu gibi, İslam sayesinde Türkler de başka hiçbir millete nasip olmayan, çok büyük ve erişilmez nimetlere kavuştular. Türkler o zamana kadarki 1200 yıllık yazılı tarihlerinden çok daha şanlı ve parlak olan yeni bir tarih devresine ayak bastılar.

Türk milletinin adıyla sanıyla ortaya çıkışı ile İslam güneşinin dünyayı aydınlatmaya başlamasının aynı dönemlere rastlaması ilginç bir rastlantıdır.

Tarihin çok eski çağlarından beri Asya bozkırlarından, Doğu Avrupa düzlüklerine kadar çok geniş bir coğrafya üzerinde farklı lehçelerde de olsa aynı dili konuşan ve göçebe ağırlıklı zor bir yaşam sürdüren değişik topluluklar yaşarlardı. Aralarında bir millet bilinci, milliyet bağı, aynı millete mensubiyet duygusu oluşmamış olsa da, bunların hepsinin aynı soydan geldikleri kabul edilir. Bölük pörçük, birbirine rakip bu topluluklar arasında iç çekişmeler, savaşlar hiç eksik olmazdı. Ortak bir adları da yoktu. Herkes kendi kabilesinin, boyunun, budununun ve oymağının adıyla anılmayı, onu öne çıkarmayı tercih ederdi. Uygurlar, Kırgızlar, Kıpçaklar, Karluklar, Peçenekler, Avarlar, Ogurlar ve Oğuzlar İslamın yayılma döneminin önde gelen Türk soylu kavimlerindendi.

Türk adı, tarihte ilk defa VI. yüzyılda, Göktürk Devleti ile duyuldu ve tüm ulusun artık ortak bir adı oldu.

Türk adı da, İslam adı da hemen hemen aynı dönemlerde duyulmaya ve kendilerini bütün dünyaya kabul ettirmeye başlamıştır. Fakat kaderin garip bir cilvesi, İslamiyet ile Türklük arasındaki birliktelik, İslam’ın ve Türklerin nispeten güçlü oldukları dönemde değil, her ikisinin de en zayıf, hatta ölüm kalım mücadelesi verdikleri bir dönemde ve aşağı yukarı üç asırlık bir gecikmeyle gerçekleşmiştir.

Halbuki Türklerle Müslümanlar arasındaki ilk ilişkiler, daha Hazreti Ömer devrinde başlamış ve ilk zamanlar olumlu bir seyir izlemişti. Sasani İmparatorluğu’nu yıkan Müslümanlar, Türklerle sınır komşusu olmuşlardı.

İlk dönem ilişkilerinde, Hazreti Peygamber’in Müslümanlara, Türklerle iyi geçinme, dostluk ve barış içinde yaşama, Türkler saldırmadıkça onlara saldırmama yönündeki öğüt ve tavsiyeleri ile Türkleri ‘Allah’ın ordusu’ diye nitelendiren olumlu ve övücü sözleri belirleyici rol oynamıştı. Hazreti Ömer de, komutanlarına: ‘Türklerle savaşmak, Müslümanlara, yarardan çok zarar getirir’ diyerek, İslam ordularını Türklere saldırmaktan kinaye yollu men etmişti.

İlk Müslümanlar, ülke, toprak, ganimet kazanma hırsıyla hareket etmezlerdi. Onların esas amaçları, Allah’ın dinini duymayanlara duyurmaktan, bilmeyenlere öğretmekten, en uzak diyarlara bile ulaştırmaktan, yaymaktan ibaretti. Bu nedenle ilk zamanlar iki taraf arasında çok kanlı savaşlar yaşanmadı.

Bu olumlu yaklaşımların da etkisiyle, Horasan ve Mâveraünnehr bölgesinde yaşayan Türkler arasında Müslümanlık geniş bir kabul gördü. Bu bölgeler, pek fazla direnç göstermeden İslam topraklarına katıldı. Buralarda kurulan Semerkant, Taşkent, Buhara gibi şehirler İslam dünyasının çok önemli bilim ve kültür merkezleri haline geldiler.

30 yıl kadar süren Dört Halife Devri’nin ardından, İslam dünyasında Emevi Hanedanı’nın iktidarı ele geçirmesi ve saltanat rejimi kurmalarıyla her şey değişti. Emeviler’in kendi soylarından olmayan samimi Müslümanlara bile âdil ve eşit davranmamaları, Müslüman Türkleri de huzursuz eden ırkçı, ayırımcı, baskıcı politikalar uygulamaları, Türklerin de Araplardan ve Arapların dini olarak gördükleri İslamdan uzak durmalarına, soğuk bakmalarına yol açtı. Taraflar arasında çatışmalara, kin ve düşmanlıklara varan anlaşmazlıklar yüzünden Müslümanlar, asırlar boyunca daha doğuya, yani Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelere doğru ilerleyemediler. Türklerin büyük bölümü de İslamdan uzak kalmış oldu.

Müslüman Türkler, Emevilere karşı Abbasileri desteklediler. İktidarın Abbasilere geçmesinde önemli rol oynadılar. 750 yılında Emevi idaresine son verilerek, Abbasi Devleti kuruldu. Türkler, Abbasi Devleti’ni daha çok benimsediler, yeni yönetime daha sıcak baktılar. Önemli bir kısmı hilafet merkezine gelerek Abbasi Devleti’nin hizmetine girdiler. Orduda ve idarede önemli görevlere getirildiler.

Göktürk İmparatorluğu 745 yılında yıkılınca, Türklerin siyasi birliği dağılma noktasına geldi. İslam âlemi de iktidarın Emevilerden Abbasilere geçiş döneminin sıkıntılarıyla boğuşuyordu. Bu karışık ortamdan yararlanmak isteyen Çin, hâkimiyet alanını batıya doğru genişletmek için, 100 000 kişilik dev bir orduyla ilerlemeye ve Türk topraklarını işgale başladı.

Çin kuvvetleriyle tek başlarına baş edemeyeceklerini anlayan Türkler, ortak düşmanlarına karşı Abbasîlerden yardım istediler. O zamana kadar genelde hep karşı cephelerde yer alan Müslümanlarla Türkler, ilk defa bu savaşta ortak bir düşmana karşı aynı cephede yer almışlardı. Türklerden ve Müslümanlardan oluşan müttefik kuvvetler, 751 yılı Temmuz’unda Talas Irmağı kenarında Çin ordusuyla karşı karşıya geldiler. Beş gün süren bu kanlı savaşta Çinliler ağır bir yenilgiye uğratıldı.

Talas Meydan Muharebesi’nin zaferle neticelenmesi, Orta Asya’nın Çin egemenliğine girme tehlikesini tamamen ortadan kaldırdı. Çinliler, Talas yenilgisinden sonra 20. yüzyıla kadar, yani 1250 yıl, bir daha Tanrı (Tiyenşan) Dağları’nın batısına geçemediler. Türkler de, yüzlerini artık hep batıya çevirdiler. Timur’un 1405 yılındaki, yarım kalan seferi hariç, Çin’e karşı ciddi bir harekâta girişmediler. Abbasi Devleti de bu zaferle gücünü ve rüştünü ispat etti. Bütün Müslümanların gözünde sempati ve meşruiyet kazandı.

Talas Savaşı, Türk-Müslüman münasebetlerinde de bir dönüm noktası oldu. Bu savaş, Türklerle, Arapların birbirlerine bakışını değiştirdi. Aralarındaki önyargıların, kin ve düşmanlıkların, olumsuz kanaatlerin yerini sempati, dostluk, yakınlık ve olumlu kanaatler almaya başladı. Uzun yıllardan beri devam ede gelen çetin savaşlar, yerini barışa, dostane ilişkilere ve ticarî münasebetlere bıraktı.

Değişik dinlere mensup Türkler, Müslümanlarla tanışıp, İslam dinîni yakından tanıma imkânına ve fırsatına kavuştular. Türkler, Talas Savaşı’ndan sonra, 150 yıl kadar İslamiyet’i incelediler. İslam dinînin üstün esasları, mütekâmil hâli, Türkleri derinden etkiledi. İslam’ın, Arapların veya başka bir milletin dini değil, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın dini olduğu gerçeğini anlamaya başladılar. İslam’ı yakından tanıdıkça gönülleri bu dine daha da ısındı, sevgileri, meyil ve yakınlıkları arttı. Sonra kalpleri neredeyse birdenbire ve sonuna kadar İslama açıldı. Hem öyle bir açıldı ki, kendilerini Allah’ın ordusu olarak gördüler, bütün askerlerini de o orduya layık olabilsin diye Peygamberin adıyla ‘Mehmetçik’ olarak isimlendirdiler. X. Yüzyılda, kitleler halinde, can ve gönülden benimseyerek, hem de mensubu oldukları başka dinleri terk ederek Türklerin yüz binlercesi birden İslam dinine girmeye başladılar. 900 tarihlerinde İtil (Volga) Bulgar Türkleri, ardından Karluklar, Yağma ve Çiğil boyları ile Oğuzlar arasında İslâmiyet hızla yayıldı.

Büyük Türk Hakanı sıfatıyla Karahanlı tahtında oturan Satuk Buğra Han’ın 924 yılında yüzbinlerce Türk’le beraber Müslüman olması, hem Türk, hem İslam, hem de dünya tarihi açısından çok önemli bir dönüm noktasıdır.

Türklerin başka dinlerden yüz çevirip, neredeyse bütün bir millet halinde topluca Müslüman olmaları gerçekleşmesi ve doğurduğu sonuçlar bakımından dünya tarihinin en olağanüstü, üzerinde en çok durulmaya değer mucizevî olaylarındandır. Dünya tarihinde dışardan bakıldığında gayet önemsiz göründüğü halde, bu kadar büyük ve önemli sonuçlar doğurabilen olaylar pek nadirdir. Bu mucizevî olay, eğer gerçekleşmemiş olsaydı, belki de bugün yeryüzünde ne Müslümanlığın, ne de Türklüğün adı sanı kalırdı.

Türkler, dünyanın en savaşçı ve en fetihçi milletlerinden biridir. Ama Müslüman olmadan önce fethettikleri ülkeleri bir türlü vatan haline getiremiyorlar, çok geçmeden buralar onlara mezar oluyordu. Bilge Kağan’ın dediği gibi: “Gittikleri her yerde kanları sular seller gibi çağlayıp akıyor, kemikleri dağlar gibi yığılıyor, bey olmaya layık oğulları köle, hatun olmaya layık kızları cariye oluyor, ezilip üzülerek, ölüp azalarak, yok olup gidiyorlardı.

Demek ki, fethettikleri yerleri, vatan etmelerini sağlayacak bir şeyleri eksikti. Acaba o eksik neydi?

Türklerin en önemli eksiğini, en doğru şekilde görüp teşhis edebilenlerin başında, 870 yılında vefat etmiş olan, ünlü Arap Edibi ve Yazarı Cahiz gelir. Bu dâhi yazar, onları yakından tanıdıktan sonra kaleme aldığı, Fezail’ül Etrak (Türklerin Faziletleri) adlı eserinde Türklerin üstün özelliklerini uzun uzun anlatır, sayar, döker. En sonunda şöyle bir kanıya varır: “Türklerin bu üstün özellikleri, eğer onları motive edip harekete geçirebilecek önemli bir sebeple veya büyük bir ideal ve gaye ile birleşecek olsa, ne kadar büyük bir güç haline gelecekleri, ne büyük işler başarabilecekleri tahmin bile edilemez

Gerçekten de, Cahiz’in bu büyük iddiası, Türk milletinin İslamı gönülden kabul edip, onu bir ideal olarak benimsemesinden sonra elde ettiği hayaller üstü başarılarla ve İslam Medeniyetine yaptığı eşsiz katkılarla inkâr edilemez bir biçimde kanıtlanmıştır.

İslamiyet, Türkleri motive edip harekete geçiren büyük bir ideal ve gaye oldu. Onların manevi dünyalarını zenginleştirmede, estetik duygularını, bedii zevklerini, güzel sanatlar, edebiyat, bilim, kültür ve sanat alanlarındaki kabiliyetlerini daha da geliştirmede önemli roller üstlendi. İslam sayesinde Türkler, uygarlık yolunda geçmiş tarihleriyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir sıçrama yapabilmeye imkân, zemin ve ortam bulabildiler, bütün dünyayı hayran bırakan eşsiz sanat eserleri vücuda getirebildiler, büyük bir medeniyet kurabildiler.

Türkler, Anadolu dâhil bugün yaşayabildikleri yerleri, İslam’la ve İslam sayesinde kendileri için ebedi yurt ve vatan haline getirebildiler. Eğer İslam unsuru olmasaydı, bugün üzerinde yaşadığımız Anadolu’nun, Türkler tarafından ne fethedebilmesi, ne de vatan edinilebilmesi mümkün olabilirdi.

Çünkü İslam sayesinde çok büyük nimetlere, şeref ve üstünlüklere kavuştular, İslam’dan aldıkları güçle çok büyük tehlikeleri ve badireleri atlatabildiler, varlığını sürdürebildiler.

İslam’ın, Müslüman Arapların önderliğindeki parlak dönemleri fazla uzun sürmedi. Türklerin Müslüman oldukları dönemde, İslâm dünyası büyük siyasi ve fikri karışıklıklar, istikrarsızlıklar içerisinde kıvranıyordu. İlk Müslümanların samimi ve gerçek imanı, idealizmi, aşk ve vecdi çoktan kaybolmuş, bunların yerini aşırı zenginliğin yol açtığı şımarıklık, lüks ve israf düşkünlüğü almıştı. Müslüman toplumlar ve devletler, eski din ve medeniyet unsurlarının örgütlü, sistemli, gizli ve sinsi mücadelelerinin de etkisiyle iç çekişmelerin, rekabetlerin, kamplaşmaların, düşmanlıkların, iç karışıklıkların girdabına sürüklenmişti. İslam’ı özünden saptırmaya yönelik gayretler, anarşi, terör, suikast olayları, yanlış politika ve uygulamalar, zulüm ve haksızlıklar, türlü iç ve dış etmenler yüzünden İslam Âlemi iyice zaafa uğramış, içine kapanmış, gücü kuvveti kalmamış, çok tehlikeli ve hayati bir döneme girmişti. İslam’ın özüne aykırı aşırı fikirler, batıl inanç ve düşünceler iyice yaygınlık kazanmıştı. Toplumda ayrılıklar, aykırılıklar, bölünmeler, kamplaşmalar, kin ve düşmanlıklar almış yürümüştü.

Dandanakan Zaferi Türk tarihinin İstanbul’un Fethi ve Malazgirt Zaferinden sonra en önemli olayı olarak kabul edilir. Selçukluların güneye ve batıya doğru yayılmasını engelleyen, onların açık denizlere doğru giden yollarını kesen Gaznelilerin 1040 yılındaki Dandanakan Zaferiyle bu yoldan kovulması sonucunda Büyük Türk Hakanlığı bütün İran’a hâkim oldu ve kendilerine batı ve Akdeniz yolu açıldı. Bin yıl süreyle kapalı kıtalarda dolaşan Türkler, Dandanakan’la bir hamlede açık denizlere indiler. Osmanlı Cihan Devleti’nin kurulmasından, Haçlı Seferlerine kadar tarihteki pek çok önemli olayın uzak temellerini ve sebeplerini oluşturan Dandanakan Zaferi’ni tarihin dengesini alt üst eden ve mecrasını değiştiren önemli olaylar arasında saymak gerekir.

Bu inanılmaz başarıyla Büyük Türk Hakanlığı, Karahanlılardan Selçuklulara geçti. Selçuklu nüfuzu altına giren Karahanlı ve Gazneli İmparatorlukları birer Orta Doğu Devleti haline geldiler. Selçuklular ise hızla büyüyerek bir Yakın Doğu devleti oldular. Civardaki bütün ülkeler savaşsız olarak Selçuklulara baş eğdiler. İran ve Türkistan’ın en önemli ülkeleri Selçuklu hâkimiyetine girdiler. Devletin başkenti Nişabur’dan daha batıya, Tahran yakınlarındaki Rey şehrine nakledildi. Böylece Selçuklular cihan devleti olma arzularını ve bunu da ancak yönlerini batıya dönüp açık denizlere ulaşarak ve Anadolu’yu fethederek gerçekleştirebileceklerinin bilincinde olduklarını ortaya koymuş oluyorlardı.

Türklerin Anadolu’yu fethederek İslâmlaştırmaları ve burayı vatan yapmaları, Türk ve dünya tarihinin en önemli olaylarından biridir. Türklerin tarih boyunca kazandıkları sayısız meydan savaşlarından hiç biri, geleceklerini 1071 yılındaki Malazgirt Savaşı kadar etkilememiştir. Türk tarihinde Malazgirt’ten önemli sayılabilecek tek olay, İstanbul’un fethidir. 1040 yılında Dandanakan’da kazanılan ve Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulmasını, Türklere Anadolu yolunun açılmasını sağlayan zafer, Malazgirt’te tamamlanmış, İstanbul’un fethi ile taçlandırılmış, sonunda Türklere ve Osmanlılara cihan devleti olmanın yollarını açmıştır.

Bizans ordusunun kıyas kabul etmez sayı üstünlüğüne rağmen mucizevî bir şekilde kazanılan, 1071’deki Malazgirt Savaşı’nda, Bizans ordusu darmadağın edildi, imparator Türklere esir düştü. Artık Anadolu’nun fethinin önünde hiçbir engel kalmamıştı. Bu zaferle Anadolu’nun kapıları ardına kadar Türklere açıldı. Birkaç yıl içerisinde hemen hemen bütün Anadolu fethedildi. 1075 yılında fethedilen, Anadolu’nun batısındaki İznik, yeni kurulan Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti oldu. 1085 yılından itibaren de artık Avrupa’da bile Anadolu, “Türkiye” yani “Türklerin ülkesi” diye anılmaya başladı.

1079’da Türkler, birçok noktadan Akdeniz, Karadeniz ve Ege’ye ulaştılar ve bu üç denizin bütün sahillerine yerleşmeye başladılar. Gazi Süleyman Şah komutasındaki Selçuklu Türkleri, 1080 yılında Üsküdar ve Kadıköy dâhil Kocaeli Yarımadasını fethettiler. Anadolu yakasında bir gümrük idaresi kurarak gelen geçen gemilerden gümrük almaya başladılar. Böylece Bizans’ın Boğazlar’daki hâkimiyeti son bulmuş, Karadeniz’in kilidi Türklerin eline geçmişti. Üsküdar’dan İstanbul’u seyreden Selçuklular, artık Avrupa’ya geçmeye, İstanbul’u fethetmeye hazırlanıyorlardı. Fakat bu sefer de Birinci Haçlı Seferi Bizans’ın imdadına yetişti. Bu olay, İstanbul’un Türkler tarafından fethini 350 yıl daha geciktirdi.

Türkler, her bakımdan kendilerine dar gelmeye başlayan Türkistan, Maveraünnehir ve Horasan’dan yola çıkarak, sahip oldukları bütün kültür ve medeniyet unsurlarıyla birlikte, değişik boylardan oluşan bir millet halinde, seller gibi Anadolu’ya akmaya başladılar. Onlar buralara istila ve yağma amacıyla değil, yerleşmek ve buraları ebedi vatan edinmek için geliyorlardı. Çok geçmeden Anadolu’nun büyük bir bölümü Türklerin eline geçti ve burada irili ufaklı birçok Türk beylikleri kurulmaya başladı. Asırlardır devam edip giden, bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar yüzünden iyice boşalan ve harap olan Anadolu’nun nüfus yapısı hızla değişti. Çok geçmeden Türkler nüfus açısından da çoğunluğu sağladılar. Başta Rumlar olmak üzere, Ermeni ve Gürcü gibi unsurlar azınlıkta kaldılar.

Abbasiler, o kadar büyük bir acizlik ve zaaf içine düşmüşlerdi ki, İran’da Büveyhoğulları Devleti adıyla küçücük bir Şii devleti kurulmuş ve bu devletçik 945 yılında gelip Abbasi halifelerini başkent Bağdat’ta tahakkümleri altına almıştı. Bir asırdan fazla süren ve varlıklarını iyice tehdit etmeye başlayan bu tahakküm, 10 Aralık 1055 tarihinde, Abbasi halifesi’nin Selçuk’lu Sultanı Tuğrul Bey’i Bağdat’a imdada çağırmasına kadar devam etti. Tuğrul Bey on gün sonra Bağdat’a ulaştı. Halifeyi kurtararak, Şii Büveyhoğulları Devleti’ni yıktı. Abbasi Halifesi, İslam dünyasının siyasi egemenliğin bundan böyle tamamıyla Selçuklu Türklerine ait olduğunu bütün dünyaya ilan etti. Böylece İslam Âlemindeki Türk hâkimiyeti başlamış oldu. Selçuklular ve onların mirası üzerine kurulan Osmanlılar döneminde Türkler, bütün İslam âleminin ve Müslümanların hamisi oldular. Bin yıla yakın bir süre, İslâmiyet’in hem bayraktarlığını, hem de korumalığını yaptılar. Batıdan gelen Haçlı Seferleri’ne, doğudan gelen Moğol akınlarına karşı Türkler tarafından set oluşturuldu. İslâm dünyası bu sayede dağılmaktan kurtuldu.

Türkler, Osmanlı İmparatorluğu ile her millete nasip olmayacak cihan hâkimiyeti mefkûrelerini gerçekleştirebilmişler, hem kendilerinin, hem de bütün dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve en uzun ömürlü devletlerinden birini kurarak, bir cihan imparatorluğu haline gelmişlerdir.

turk_islam_02

Anadolu’nun İslam’a ve Türklere ebedi vatan olması, Müslümanlığın gücü ve desteğinden başka hiçbir şeyle yeterli bir şekilde açıklanamaz.

Müslümanlar içerden ve dışardan büyük tehlike altındaydılar. Anadolu’nun büyük bölümü ve Bizans İmparatorluğu’nun üçte ikisi asırlar boyunca Müslümanların elinde kaldıktan sonra her şey tersine dönmüştü. Türkler daha toplu olarak Müslüman olmadan önce, Bizanslılar Anadolu’nun tamamından Müslümanları çıkarmışlar, Akdeniz’in doğusuna ve Suriye içlerine kadar inmişler, daha da ilerlemeye devam etmişlerdi.

Selçuklulardan sonra Bizans, Osmanlı Türkleri ile karşı karşıya kaldı. Orhan Bey Üsküdar’a geldi. İmparator ile pek sıkı ilişkiler kurdu. Orhan Gazi’nin torunu Yıldırım Bayezit de İstanbul’u alma azim ve kararlılığındaydı. Bunun için Anadolu Hisarı’nı yaptırdı. Şehri, önce 1390 baharında daha sonra da 1397’de kuşattı. Ancak Timur olayı bu fethi yarım yüzyıl geriye attı. Yıldırım’ın oğlu Musa Çelebi de 1411’de İstanbul’u kuşattıysa da alamadı. II. Murat, 1422 yılının 10 Haziranından 6 Eylül’üne kadar İstanbul’u kuşattı. Ancak kuşatma sürerken, küçük kardeşi Mustafa’nın Karaman ve Germiyan beylerinin desteğiyle Anadolu’da ayaklanma başlatması, bir kere daha Bizans’ın imdadına yetişti.

Yavuz Sultan Selim’in Mısır’da hüküm süren Memlüklerin yönetimine son vermesi ve Halifeliğin Osmanlılara geçmesiyle İslâm Dünyasının manevi önderliğini de Türkler üstlendiler. Batıya doğru sürekli ilerleyen Türkler, gittikleri bölgelerin tarihinin değişmesinde etkili oldular. Her gittikleri yerde dönemlerinin en güzel mimari ve sanat eserlerini meydana getirdiler.

Büyük kitleler halinde Müslüman oldukları IX. yüzyılın ikinci yarısı ile X. yüzyılın başlarında Türklerin durumları da hiç iç açıcı değildi. En büyükleri Uygur ve Karahanlı Kağanlıkları olan, irili ufaklı devletlere bölünerek siyasi birliklerini, çoğu milli karakterleriyle bağdaşmayan değişik dinlere girerek din ve inanç birliklerini kaybetmişlerdi

Güçleri ve kuvvetleri dağılmış, birlik ve beraberlikleri, dirlik ve düzenlikleri kalmamıştı. Neredeyse o zamanın bütün dinlerine girenler vardı. Uygurlar Budizmi, Hazarlar Musevîliği, Tuna Bulgarları Hıristiyanlığı benimsemişler, başka milletlerle karıştıkça, başka dinlere girdikçe Türklükten ve Türkçe’den daha da uzaklaşıyorlardı. Onları bir araya toplayıp yüceltecek bir ülkü ve ideale, bir mefkûre birliğine her zamankinden daha çok ihtiyaçları vardı.

Din ayrılığı, milletin hem birlik ve beraberliğini, hem de kimlik ve kişiliğini yok edici bir rol oynuyordu. Örneğin Tuna Bulgarları, Hıristiyan olmalarının üzerinden daha bir asır bile geçmeden, hem Türkçeyi hem de Türklüklerini tamamen unutmuşlardı. Doğu Avrupa’ya yerleşerek devletler kuran Türk boyları da, Hıristiyanlaştıktan sonra Slavlaşıp Türklüklerini kaybettiler. Hatta başka dinlere girerek Türklüklerini kaybedenler, Türklere düşman olmada başka milletlerden çok daha ileri gidiyorlardı.

Türkler İslamiyet’i kılıç zoruyla ve savaşla değil, dışarıdan hiçbir baskı ve zorlama olmadan, kendi istekleriyle, samimi, içten ve kendiliklerinden benimsediler. İslam âleminin büyük bir zaaf ve çöküş içerisine bulunduğu o dönemde, Türkleri Müslüman olmaya zorlayabilecek hiçbir askeri veya siyasi güç de yoktu.

İşin bir başka ilginç ve mucizevî yönü de, Türklerin büyük çoğunluğunun Müslümanlığı kabul etmeden önce Budizm, Manihaizm, Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük gibi dünyanın en çok tanınan ve en çok mensubu bulunan başka dinlerine girmiş olmaları ve bunlardan vazgeçerek Müslüman olmalarıdır. İnsanın, uzun yıllar, hatta asırlar boyunca atalarından dedelerinden miras alıp bağlandığı bir dini, hiçbir dış baskı olmadan değiştirmesi, hele dünyaca tanınmış ve mensubu fazla olan bir dini bırakıp başka bir dine geçmesi, hiç de kolay bir iş değildir.

Türkler, Müslümanların askeri ve siyasi bakımdan çok büyük bir zaaf içinde bulundukları bir dönemde, başka dinleri bırakarak İslamiyet’i seçtiler ve İslam’dan sonra da başka hiçbir dine iltifat etmediler. Türkler, millî yapılarına uygun olduğu için İslam dinini kabul etmişler, bu sayede varlıklarını, birliklerini, dirliklerini hatta Türklüklerini de koruyabilmişlerdir. Türklerden Müslümanlık dışındaki dinleri seçenler, milli benliklerini ve Türklüklerini de kaybetmişlerdir.

Türkler, Müslüman olmadan önce, etrafı yüksek dağlarla çevrili bozkırlardan ve çöllerden oluşan bir kara ülkesi halkıydı. Hâlbuki dünya çapında cihan devleti olabilmek, dünyaya nizam verebilecek bir güç haline gelebilmek için açık denizlere ulaşmak olmazsa olmaz bir şarttı. Eğer Türkler Müslüman olmasalardı, sıkıştıkları bu kapalı alandan asla çıkamazlar ve dünyaya açılamazlardı. Çünkü batı tarafları Müslümanların hâkimiyetindeydi. İçinde Türk unsurların da bulunduğu bu gücü kırarak batıya akabilmeleri, aksalar bile buralarda varlıklarını sürdürebilmeleri mümkün olamazdı. Nitekim Müslüman olmadan önce batıya ve doğuya akan Türklerin hepsi başka milletler içinde eriyip yok olmuştu. Türkler ancak, Müslüman olduktan, hele Selçuklularla birlikte İslam’ın bayraktarlığını da üstlendikten sonra, kendi milletlerinden olan ve olmayan Müslümanlarla birleşerek yüzlerini batıya, sürekli batıya çevirip, kolaylıkla ve güvenli bir şekilde batıya akabildiler. Önceleri Moğolistan civarında olan yönetim merkezleri İslam’dan sonra da sürekli doğudan batıya doğru bir yol izlemiş, Uygurlarla Doğu Türkistan’a, Orta Asya’ya yaklaşmış, Karahanlılar’la biraz daha Yakın Doğu’ya doğru kayarak Batı Türkistan’a gelmiştir. 1040 yılında Karahanlılar’ın yerine geçen Büyük Selçuklu İmparatorluğu ile Türk Hakanlığı Akdeniz’e ulaşmış, Yakın Doğu’nun en büyük devleti olmuştur.

Varlık, birlikle yaşar. Ama Türkler arasında gittikçe artan türlü ayrılıklar, millet varlığını açıkça tehdit etmeye başlamıştı. Türk milleti belki de tarih sahnesinden silinme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Eğer Müslüman olmasalardı, büyük bir ihtimalle başka milletler içinde eriyip gideceklerdi. Birbirlerinden bu kadar ayrı düşüp farklılaşmış, birbirine bu kadar düşman olmuş, içeriden ve dışarıdan bu kadar büyük tehlikelere maruz bulunan, adeta yok olmak üzere olan bir milletin yeniden bir araya gelmesi, derlenip toparlanması ölünün dirilmesi kadar zor ve imkânsız bir işti.

Müslümanlık, Türklere yeni ve güçlü bir kimlik ve kişilik kazandırdı. Onların bu dine yaptıkları büyük hizmetlere mukabil, bu din de onların tarih sahnesinden silinmesini, eriyip yok olmasını önledi. Türkler içine düştükleri ayrılık ve dağınıklıklardan ancak İslamla ve Müslüman olduktan sonra teşkil edebildikleri kuvvetli birliklerle çıkabildiler. Müslümanlık, hemen hemen bütün Türkleri derleyip toparlayan bir güç oldu. Müslümanlığı seçen Türkler, bu sayede varlıklarını, birliklerini, dirliklerini, kimliklerini, kişiliklerini, hatta Türklüklerini de koruyabildiler. Müslümanlık dışındaki dinlere yönelenler ise, zaferle girdikleri yerlerde bile, kısa zamanda milli benliklerini ve Türklüklerini kaybetti.

Türklerin İslâmiyet’e hizmetleri sadece siyasî ve askerî alanla sınırlı kalmadı. Topluca İslam’ı kabul ettikleri dönemde eski dinamizm ve canlılığını yitirmiş olan İslam Medeniyetine Türkler, büyük bir canlılık, dinamizm ve yeni unsurlar kattılar, onu daha evrensel hale getirdiler. Devlet idaresi ve askerî yapılanmada bütün İslâm dünyasını etkileyen Türkler, İslâm Medeniyetinin gelişmesinde de inkâr edilemez hizmetlerde bulundular. Bilim, sanat ve edebiyat alanında İslâm Rönesansı, Türklerin katkıları ve sağladıkları huzur ve emniyet sayesinde gerçekleşti.

Türkler, yapı olarak aşırı fikirlerden, anarşi ve kargaşadan, boş çekişmelerden, taassuptan hoşlanmazlardı. Bu yüzden, bu farklı düşünce ve anlayışlardan hiç birine itibar etmeyerek İslam’ın özüne yöneldiler. İslam’a, Müslümanların birlik ve beraberliğine zarar veren aşırı, aykırı fikir ve düşüncelerle, fitne ve fesat odaklarıyla mücadeleye giriştiler.

Türkler, İslam dinini geniş bir hoşgörü çerçevesi içinde ele aldılar ve bu çerçevede yaşadılar. Bu hoşgörüyü hem kendi dinlerinden olanlara hem de başka dinden olanlara alabildiğine gösterdiler. İslâm ülkelerine ve Müslümanlara yapılan saldırıları kendilerine yapılmış saydılar. Güçlünün değil zayıfın, zalimin değil mazlumun yanında yer almayı temel ilke edindiler. Hangi dinden ve inançtan olursa olsun, kendilerinden yardım isteyen mazlumların, zayıfların imdadına koşmaktan geri durmadılar.

İslamiyet’le Türkler, et tırnaktan da öte, adeta beden ve ruh gibi oldular. Türklük kavramı, Müslümanlık kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılır hale geldi. Bu Avrupalıların gözünde böyle olduğu gibi, Osmanlı topraklarında da böyleydi. Balkanlarda İslamiyet’i benimseyen bir gayrimüslime “Türk oldu!” denirdi. Bir daha eski etnik kökene bakılmaz, Müslüman olmakla kazanılan yeni kimlik, “Elhamdülillah Türküz, Allah bizi Türk yarattı, bize Türklüğü nasip etti!” diye şükürle ifade edilirdi. Sübyan mekteplerinde, İslam’ın şartı sayılırken “Türklüğün şartı beş!” diye öğretilirdi. İslamla eş anlama geldiği için o zamanlar Türklük kavramı, bütün etnik grupları, farklı ırkları da hiç bir zorlama, zıddiyet ve terslik olmadan içine alabildiği için, bir çimento gibi hepsini birbirine bağlar, bağdaştır, kaynaştırırdı. Bu çimento, toplumdaki her tür ayrışmalara, çekişme ve çatışmalara, farklı kimlik, kişilik ve aidiyet arayışlarına engel olurdu.

3387 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir