YANLIŞ KIYAS

Anlayışlı, hal hatır, yol yordam bilen birisi, bir sağıra:

-Komşun hasta! diye haber verdi.

Sağır kendi kendine düşündü: ‘Bu sağır kulakla ben onun sözünü nasıl anlayacağım? Hele hasta olunca, sesi de pek çıkmaz. Fakat mutlaka da gitmem lâzım. Komşumdur, gitmesem yakışık almaz. Neyse, gideyim de dudağını oynar görünce, ne dediğini kıyas yoluyla anlar, duruma uygun cevaplar düzer koşarım. Örneğin, ben ona: ‘Ey benim mihnete düşmüş dostum nasılsın?’ diye sorarım. O ne diyecek? Elbette alışıldığı gibi iyiyim, hoşum diyecek. Ben de ‘Şükürler olsun!’ der, ardından ‘Ne çorbası yiyorsun?’ diye sorarım. O da bir çorba adı söyleyecek, mesela mercimek çorbası diyecektir. ‘Afiyet olsun!’ derim. Sonra ‘Hekimlerden kim geliyor? Kendini kime tedavi ettiriyorsun?’ diye sorarım. O falan veya filan deyince, ‘Öyleyse işin yoluna girdi demektir. Ayağı çok uğurludur. Biz de onun kademini denedik. Nereye vardıysa maksat hasıl olmuştur!’ diye doktorunu överim, olur biter.’

O iyi niyetli adam, kendi kafasına göre, kıyas yoluyla tasarladığı bu soru ve cevapları düzüp koşarak, hastaya hal hatır sormaya gitti.

Selam sabahtan sonra hastaya:
-Nasılsın? diye sordu.

Hasta:-Hiç sorma dostum, ölüyorum! diye cevap verdi.

Hastanın cevabını anlamayan sağır:
-İyi, çok şükür! dedi. Hasta şaşırdı, canı sıkıldı, öfkelenmeye başladı.

Hasta kendi kendine: ‘Demek ki bu adam bizim kötülüğümüzü istiyormuş da haberimiz yokmuş!’ diye düşündü.

Sonra sağır:
-Ne yemek yiyorsun? diye sordu.

Hasta:
-Zehir, zıkkım yiyorum!

deyince o da:

-Ye, ye, afiyet olsun! dedi. Hastanın buna daha fazla canı sıkıldı.

Sağır:
-Seni tedavi etmeye hangi hekim geliyor? diye sordu.

Hasta öfkeyle:
-Hadi be defol! Kim gelecek, Azrail geliyor! diye bağırdı.

Sağır gayet memnun:
-Oh, oh, ne güzel! Onun ayağı pek kutludur, sevin, neşelen! dedi.

Sağır, hal hatır sorup, komşuluk hakkını gözettiğini, çok büyük bir iyilik yaptığını düşünerek, sevincinden ağzı kulaklarında hasta evinden dışarı çıktı. Aptallığından zararın ta kendisi olan işi, kâr zannediyordu.

Hasta ise ardından: ‘Yahu, bu ne biçim hal hatır sorma? İnsan, gönül almak ve teselli etmek için hal hatır sormaya gider. Bununki düpedüz düşmanlık. Bu adam, bizim can düşmanımızmış da haberimiz yokmuş! Demek ki buraya düşmanını zayıf ve bitkin görüp memnun olmak için gelmiş. Aksiliğe bakın ki, ben de ona hak ettiği cevapları veremedim. Hastalıktan, bitkinlikten aklım uyuşmuş, hatırıma bir şey gelmemişti.. Şimdi o köpeği bana bir daha bulun da ağzının payını vereyim!’ diye söyleniyor, hatırına yüz türlü kötü düşünceler geliyor, ona türlü türlü haberler göndermeyi kuruyordu. Sağırın seçtiği kıyas yüzünden, yıllar yılı sürüp gitmiş olan büyük bir dostluk hiçlenip gitmişti.

Sağır, iyilik yaptığını, gönül aldığını, hal hatır sorduğunu, komşuluk hakkını yerine getirdiğini, sevap kazandığını sanarak rahatça evinde otururken, öbür yanda ziyaret ettiği hastanın gönlünde kendisini yakıp kavuracak, başına türlü işler açacak büyük bir ateş yaktığından haberdar değildi.

Herkes, bu sağırın durumundan ibret almalı, günahlarıyla ve günahları yüzünden yakıp büyüttüğü ve alevlendirdiği ateşlerden korkmalıdır. Nice ibadetten vazgeçmiş, kulluktan yüz çevirmiş, günahlara batmış kişiler vardır ki, kendi hallerine hiç bakmazlar, yaptıkları hataları hiç önemsemezler de, hala gönüllerinde bütün bunlarla Allah’ın rızasına erecekleri, güzel karşılıklara, ödüllere nail olacakları umudunu taşırlar. Halbuki bu yersiz ve yanlış umut da esasında gizli bir günahtır. Çünkü esas olan, iyilik yapanın iyilik, kötülük yapanın kötülük bulacak olmasıdır.

Nice bulanık şeyler vardır ki, insan onları saf ve berrak sanabilir. Bizim iyilik, kulluk diye yaptıklarımız acaba Allah tarafından beğenilecek, kabul edilecek mi? Peygamber Efendimiz, namaz kılıp yanına gelen birine: ‘Ey yiğit, kalk namazını yeniden kıl, çünkü senin demin kıldığın namaz değildi!’ dedi. Bu korkular yüzünden, her namazda Kur’an’ın ilk suresindeki ‘ihdina’s sırâtal müstakîm’ ‘Sen bizi doğru yola hidayet et!’ ayeti okunur. Yani ‘Ey Rabbim! Bu namazımı, yolunu azıtmışların, riyakarların namazından kılma!’ diye dua edilmiş olur.
Allah’ın apaçık emrine karşı kıyası ilk ileri süren İblis’ti: ‘Ben ateşten yaratıldım, Adem topraktan. Ateş topraktan daha üstün olduğuna göre, ben de Adem’den üstünüm!’ diye üstünlük iddia edince Allah’ın rahmetinden kovuldu. Topraktan yaratılan Adem, ay gibi nurlandı, ateşten yaratılan Şeytan’ın yüzü kapkara oldu.

Halbuki bu, fani dünyanın mirası değil ki, bu üstünlüğü soyla sopla elde edebilesin. Bu, can mirasıdır, peygamberlerin mirasıdır. Bunun varisi, şüpheli şeylerden sakınan müminin canıdır. Bak, Ebu Cehil’in oğlu Müslüman oldu, yüceldi, öte tarafta Hazreti Nuh’un oğlu sapıttı, alçaldı gitti.

Bulutlu günde, yahut ta geceleyin, kıbleyi araştırmak için kıyasa baş vurabilirsin. Fakat, güpegündüz ve Kabe de karşında iken bu kıyasla, bu araştırma ile işin ne? Kabe’nin yanında Kabe’yi görmezden gelip, kıyaslara başvurmanın ve ondan yüz çevirmenin ne anlamı var?
Doğruyu en iyi bilen Allah’tır. Allah’ın apaçık hükümleri dururken, kalkıp da sapıklığa yol arama! Kendi kendine saçma sapan kıyaslar yaparak, hayalin ta kendisi olan şeyleri hakikat sanma! Rabbülaleminin açık seçik ortaya koyduğu, beyan ettiği hususlarda, zayıf aklınla başka şeyler düzmeye kalkma! Ona teslim ol, bu hükümlere göre kendini düzeltmeye bak!

1384 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir