SIĞINMACILAR MÜLKİ AMİRLİĞİ

9 Nisan 1991 Erzurum- Karayazı saat 14.00 dışarıda mevsimin en tatlı kar yağışı var. Yavaş– yavaş sakin- sakin kar taneleri düşüyor. Ben sıcacık makam odamda ta karşı tepeleri seyrediyorum. Her şey ne kadar hoş.

İlk gelişimde iki yılı burada nasıl geçireceğimi düşünmek bile istemediğim, hükümet bahçesindeki rakım 2440 m. Olan; karı, fırtınası bol Karayazı’da artık son çeyreğindeyim hizmetimin. Mesleğimi doya doya yaşadığım bir yerdi benim için o, çok sevmiştim. Mübalağasız birkaç yıl daha kalabilirdim mümkün olsa. Her şey sıpsıcaktı. Hanım evde hummalı bir çalışma içinde bir telefon sesi. Açıyorum.

— Kaymakam Bey, ben İl Yazı İşleri Müdürü az önce Bakanlıktan bir faks aldık. Vali Bey yardımcısını görevlendirmiş oda beni. Kusura bakma tebliği etmek zorundayım.
— Tamam Müdür Bey, iyi bir şey söylemeyeceksin ama hemen söyle.
— Hoşlanmayacaksın ama, Hakkari Vali Yardımcı vekilliğine geçici görevle görevlendirildiniz, bu neyse de,
— Dahası mı var?
— Evet, yarın saat 10.00 da Hakkâri’de bulunmanız isteniyor. Ben size hemen faks’lıyorum emri.

Tam bir şok. İki saat hiçbir şey yapmadan ve kimseyle görüşmeden oturdum. Sonra iki gün mühlet istedim. Çocukları memlekete bırakmak için. Kabul edilmedi. Birlikte Hakkari’ye gideriz diye düşündüm ama, Hakkari Valimiz tavsiye etmedi, anladığım kadarıyla bilinen Vali Yardımcılığı görevini de yapmayacaktım.

Takdir edilir ki akşamki yemek cenaze yemeğiydi. Ve durmayan telefonlar. Meslekte bu tür süprizlere açıktık. Ayrıca görev görevdi ama iki yılda oluşan her şey dört saatte bitiyordu. O günler de güney sınırlarımızda trajik olaylar vardı. Yabancı bir ülkeden komşu Iraktan yüz binlerce insan sığınmacı olarak açlık perişan ve ölümle akın akın geliyorlardı. Buna benzer kabaca şeyler okumuştum gazetelerden. Doğrusu teferruatlı hiçbir şey bilmiyordum.

O gece sabaha karşı 04:00 de sağ olsun Erzurum Valimizin tahsis ettiği bir araçla hanım ve çocuklar Eskişehir’e bende başka bir araçla yüreğim de taş Hakkari istikametine yola çıktım.
Öğle sonrası Hakkari’deydim. Beni herkes hayırladı moralde verdiler:

– Burası Hakkari öte yol yok gayri.

Keşke öyle olsa dedim içimden. Vali bey kamplara gitmiş. Akşam Paşa’nın iftar yemeğinde karşılaşacağız. Burada herkesin sinirleri harap olmuş. Bir de alışageldiğim alt üst ve insan ilişkileri daha yalınlaşmış daha kestirme olmuş. Herkes duygu ve düşüncelerini az öz olduğu gibi karşısındakine iletiyor. İlginç. Yine de az çok gülümseye bilen ender kişilerden biri benim. Nitekim yemekte Paşa, gülümseyebilen ve fizik olarak sert ve karizmatik otoriter bir yapım olmadığı için işimin zor olacağını ifade etti bütün samimiyetiyle. Sayın Vali ile gece yarısına doğru baş başa görüşebildik. Kısaca özetledi her şeyi. Perişanlık diz boyu. Bana birçok yetki devretmişti. Ben birçok kurul, komisyon ve organizasyonun başkanıydım. Yerim sınır ve sınırın öte yakasıydı. Çünkü insanlar oradaydı. Kağıt üzerinde bir şeyler düzenlenmişti ama pratikte hiçbir şey yoktu. İstikbalde bir günah keçiliği de beni bekliyor gibiydi.

Endişelerimi aktardığımda Vali Bey durumu iyi kavradığımı söylediler. Evet, dediler pek çok şey yok ama oralarda iki yüz bini aşkın insan seni bekliyor. Hep birlikte götüreceğiz bu işi. Kendileri bazen sabaha doğru bir iki saat kestirebiliyorlarmış korumasının söylediğine göre. Bütün maiyeti de öyle dayanılacak gibi değil.

Sabah erkenden kar ve yağmur refakatinde delişmen Zap suyunu takiben Çukurca’ya doğru giderken Narlı Köprüsü civarında rastladım ilk kez “davetsiz misafir” yabancı ülke tabiiyetindeki insanlara. Ayaklar yalın üst baş yırtık ve çamur, gözler kan çanağı, uzanmışlar kayaların üzerine bir delice akan Zap’a bir de gelip geçen yolculara bakıyorlar gençler, ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar.

Biraz sonra Çukurca’dayım. Görüntü felaket. Resmen cehennem. İnsanlık dramı. Çukurca Kaymakam Vekili Süleyman DENİZ’le bir arya geldik. Dönem arkadaşıydık. Daha önceden birbirimizi iyi tanıyorduk. Süleyman kardeşim perişandı. On gündür uyumamıştı. Sabahtan beri daha bir şey yememişti. Nitekim o gün ancak gece yarısına doğru bir şeyler yiyebildik. Elinde çift telsiz habire konuşuyor. Oradan oraya koşuyordu. İki bin nüfuslu ilçeyi aç perişan iki yüz bin insan istila etmişti. Asker, polis, sivil herkes yardımcı olmaya koşuyor, ama yetemiyor yetemedikçe kahroluyor. Takatlerini zorluyorlardı. Vali Bey ve Paşa her gün kamptan kampa koşuyorlardı. Öbür gün Şemdinli- Pirinçlik, Çukurca 49. sınır taşı, narlı köprüsü ve Üzümlü Köyü sınırlarındaki kampların sorumluluğu bana devredildi. Henüz gelmiş olanlar rahat ettirilemezken her gün on binlerce insan geliyordu. Her gün bir kamptan çoğunluğu çocuk, yüzlerce ölü çıkıyordu. Gelen insanlarda madden ve manen bitik vaziyetteydiler. Tam bir mahşer kimse kimseyi dinlemiyor. Dilinden anlamıyor haline bakmıyor. Herkes sadece şahsını düşünüyor. Birçok insan akli melekelerini yitirmiş. İlk gün bir doktor anlatmıştı bizzat şahit olduğu bir hadiseydi. Bir kadın çocuk doğuruyor bir bez gerip yardımcı oluyorlar. Kadın çocuğu alıp yandaki dereye fırlatıyor. Olacak şey değil. Soruşturuyor doktor kadının gelirken biri üç diğeri beş yaşında iki oğlu ölmüş kalmış dağlarda, kadın aklını oynatmış. Diyor ki yarın buda ölecek şimdiden gitsin.

Emrime yüzlerce personel ve araç verilmişti. Personelin kendisi yardıma muhtaçtı. Çoğu çadırlarda, kimi elinde battaniye resmi kuruluşların koridorlarında sabahlıyorlardı. Kendim gerçi sözüm ona bir misafirhanede Nuh-u nebiden kalma tarihi bir yatak ve yorgandan müteşekkil soğuk bir odada idare ettim bir süre. Allah’tan bolca bisküvi, gazoz ve peynirim vardı. Ta ki bir aya yakın banyo yapamadım. İlk günler telefon imkanı da çok kısıtlı idi. Kaymakam Beyin telefonundan çok zor şartlarda sadece Hakkari’yle görüşebiliyorduk. Diğer yerler mümkün değildi. Sınırın ötesinde ilk Türk Kaymakamı idim. Makamım da bir çadırdı. Çukurca Kaymakamımız sağolsun karşısındaki odayı bana tahsis etti. Bu kez hep karıştırılıyorduk. Çukurcalı muhtarlar hep bana geliyordu. Sığınmacılar onun odasının önünde kuyruğa giriyorlardı. Vilayetle ve Bölge Valiliğiyle iletişimde problemler çıkıyordu. Bir sürü sıkıntılar oluyordu. Bazen isimlerimizi yazmak durumunda kalıyorlardı. Sonra kendime yeni bir unvan buldum. Sığınmacılar Mülki Amiri. Vilayette kabul etti bu yapılanmayı. Yasal hiçbir dayanağı olmamakla birlikte biz yaptık olmuştu.

siginmacilar_mulki_amirligi_02

Kamp başkanlarımla bile ancak üç gün sonra görüşebildim.

Bir sürü yerli yabancı yardım kuruluşları gelmişti. Yurdun her yanından, bin tonlarca iaşe ve diğer malzemeler tabiri caizse yağıyordu. Ebe, hemşire, doktor, ambulans, ilaç doluydu her yer. Fakat açlık salgın hastalık ve ölüm kol geziyordu. Çünkü düzen kurulamamıştı. Her şey yağmalanıyor, tahrip ediliyordu.

Herkesi kapsayan bir örgütlenme olmayınca da hiçbir şey olmayacaktı. Sınırın ötesi, yaşadığı insanlık faciası ile birlikte tam bir keşmekeşti. Fakat berisi de pek farklı değildi. Resmi özel kişi ve kuruluşlar ya hiç Mülki Makam direktifinde çalışmamışlar yada tereddüt gösteriyorlardı. Hele yabancılar apayrı bir alem. Her yer, dünyanın her yerinden gelmiş ayrı ayrı teller çalan insanlarla doluydu. Kimi asker kimi sivil kimin ne yaptığı belli değil.

Çok, çok şeyler yapmalıydım ve hemen olmalıydı bunlar. Herkes benden olağanüstü şeyler bekliyordu. Keşke insanüstü yeteneklerim olsa idi. Her şeyi halledememenin verdiği vicdan azabından kurtulabilseydim önce. Ama maalesef sadece herhangi bir insandım. Zaman zaman aciz de kalıyordum, ölüp giden insanlara, bebeklere, o boynu bükük annelere. Başka bir şey değil, bunlar beni mahvediyordu.

Yoksa yasalar karşısında sınırın ötesindeki bir takım başarısızlıklar elimde olmayan sebeplerden beni sorumlu tutmuyordu. Ben de pek çok kamu görevlisi gibi mesaimi öyle böyle geçirebilirdim. Veya zaten bozulan fiziki ve moral düzenim sebebiyle rapor istirahatı da pekala mümkündü. Tek beni zorlayan, çoğu Müslüman bu insanların yüreğime yüklediği sorumluluk duygusuydu. Üstelik meslekte bir sınavdaydı. Hem de uluslararası bir sınavdı.

Ancak Diyarbakırlı taksicilerin engin İngilizceleriyle iletişim kurabiliyorduk. Ecnebilerle. Keşke dil biliyor olsa idim.

Sıfır ön malzemeyle başladığımız işte herkesle konuşuyor gözlemlerde bulunuyordum. Önce yağmaları yerleşim yerinin dışına çıkardık. Kampların yollarında oluyordu. Bu arada yolları açtık. İyi kötü suları getirdik. Büyük ölçüde battaniye çadır işini hallettik. Sağlık noktaları oluşturduk. Her bir hamlede birçok daha yeni sorun ortaya çıkıyor, yeni yeni örgütlenmelerle çareler bulmaya çalışıyorduk. Bu arada yorulan kamu çalışanlarına ilaveten iki siyasi partimizin Van ve Diyarbakır’dan gönderdikleri kalabalık gönüllülerde bize büyük güç kattılar. Çok büyük yararları oldu.

Asker, idareci, siyasi kişiler ve özellikle kamyonları tahrip olan şoförler ilk solukta bana dertleniyor, bazen de bağırıp çağırıyorlardı. Ama ne yapayım hepsini sineye çekip yine onları da kapsayan yeni işlere girişiyor, onları yeni görevlere çağırıyordum. Bir ara meşhur çekiç gücü geleceği haberini duydum. Sevinmiştim. Her şeyi onlara devrederdik. Ama yanıldık. Çekiç güç geldi. Çoğu bizim gece gündüz düzeltesiye zahmetler çektiğimiz yerlere yerleşti. Yaptıkları uçaktan Arapça, sizi seviyoruz, tanrı adına kurtarmaya geldik gibi bildiriler atmaktı. Güzel Çukurca güneşinde çok iyi bronzlaşıyorlardı. Tel örgülerin ardında. Birde akşama kadar kulakları sağır eden uçak show’lardan sonra havadan birkaç paket yardım malzemesi atıyorlardı kamplara. Bu da her seferinde 5-6 kişinin ölümüne sebep oluyordu.

Karşımızdaki toplumu yeteri kadar tanımamak her çabamızda bizi başarısızlığa götürüyordu. İlk önceler onları aşiretlerin hakim olabileceğini düşündük. Aşiret ağalarıyla planlar uyguladık. İş yürümedi. Üstelik bazı haksızlıklara vesile olduk. Çünkü bu insanlar kentliydi ve aşiret bağları onlar için anlam ifade etmiyordu. Siyasi önderlerini muhatap aldık. Onların toplum üzerinde hiç etkileri yoktu. Hakeza din adamlarının da. İlişkiyi kestiğimiz her kesim hemen tahriklere başlıyor, kurallarımızı engelliyor. Dolayısıyla vaziyet gitgide tehlikeleşiyordu. Sınır ötesi olduğu için zabıta gücü de kullanamıyorduk. Bütün yolları denedik. Bizim düzenlerimizle onlar yürekten katılmadıkça netice vermeyecekti. Tek çare bu toplumun örgütlenmesi, kendi otoritelerini belirlemeleriydi. Bu imkansızı başardığımızda her şey hallolacaktı. Önce nüfus sayımı yaptık. 235.000 nüfusumuz vardı. Yeni bir örgütlenme modeli geliştirdik. Belki de bu insanların tarihleri boyunca tanımadıkları bir sistemdi. Demokratik, katılımcı, serbest seçimlere dayanan sistem.

Önce hayalci bulundu. Ama biz en küçük kampımız Narlı’da uygulamaya geçtik. Bizdeki büyük şehir modelinin aynısı. (Büyük Şehir Bel. Bşk.lığı- İlçe Belediyesi- Mahalle Muhtarlığı gibi.)

Kamp reisi, Kıt’a Reisi ve mes’uller. Her kıt’a 10 bin kişiden oluşuyor. Mes’ullerse 400-500 kişiden sorumlu. Ayrıca inzibat dediğimiz çok geniş yetkileri olan zabıta gücü, kıt’a Reislerinin emrinde. Kıt’a Reisleri ve mes’uller özgür bir seçimle gelecekler. Önce çok muhalefet ettiler. Kamp sınırlarımız içinde olduğu için, zaman zaman inzibati tedbirler alabiliyorduk. Bu tedbirler kamp müdürümüz-çok iyi dili ve ikna yeteneği olan Hakkari’li mühendis Necip beyin gayretleri ile de birleşince seçimler yapıldı. Seçim hakimi ve kapalı oy verme yerleri yoktu ama sonuç tatmin ediciydi. Seçimin 2. gününde kamp en problemsiz bir kasabamız gibiydi. Şimdi bütün hedefimiz dünyanın da dikkatle izlediği en büyük kampımız kamp 49’du. Lakin sınırımız dışında idi. 125 bin nüfusu vardı. Artık Necip bey benim kamplar müdürümdü.

Kamp 49’da müthiş bir muhalefetle karşılaştık. Düzensizlikten medet umanlar bu önerinin aslında kendilerini birbirine düşürmek, kırdırmak için ortaya atılmış olduğu savıyla çok kimseleri bize karşı kışkırttılar. Bir sabah 25 araçla çıktığımız yardım çalışmasında binlerce insan bazı batılı gazeteci kılığındaki adamların da önderliğinde bize saldırdılar. Askerlerimiz ve görevlilerimiz yaralandı. Uyarı ateşleri yapıldı. Hiç unutamadığım bir manzarada piyade binbaşımız, o hengamede taş ve kurşun yağmuru arasında kendi hayatını unutmuş, askerlerin önüne atılıyor, onları ateşten men ediyordu. Bu arada bende başımdan ve elimden taşlar sebebiyle yaralanmıştım.

Yarım saatlik bir kızgınlıktan sonra tespit ettik ki bunlar kampın ancak %10’u idi. Sessiz %90 bizimleydi. Bunlara fırsat vermemeli, direnmeliydik. Kamplardaki kamyonların iç bölgeye çekilmesini ve gelenlerinde Hakkari’de tutulmasını istedim. Sonra da müthiş bir sinir harbi ile, hummalı görüşmelere başladık. Heyetler gidiyor geliyor, sabaha kadar görüşmeler sürüyordu. Tabi ki sürekli Vali Bey’e bilgi aktarıyordum. Vali Bey çabalarımızı kuşkuyla karşılıyordu. Muhaliflerin ve BM’ler yetkililerinin yardımları kaçırdığımız, onları ölüme terk ettiğimiz iddiaları da bu kuşkuya tuz biber ekiyordu. Ben bizimle olanlara dönmeyeceğimize dair teminatlar vermiştim. Ertesi gün öğleye doğru Çukurca Kaymakam’ımızın telsiz emriyle donup kalmıştım. Bütün araçların kamplara gitmesini anons etti Vali Bey’in emriyle. Vali bey Çukurca’daydı, emrini bana vermişti. Ve benle görüşmek de istememişti. Yani devre dışıydım. Tüm çabalar ters yüz oluyordu. Mevkilerini öğrendim. Kendilerine bir kamptan diğerine giderken yetiştim. Kendilerinden bana son bir şans vermelerini istedim ve daha teferruatlı bilgiler verdim. Ne yaptığının farkında mısın, binlerce insanın ölümünün müsebbibi olacaksın, bizler de sana ortak mı olalım diyorlardı. Haklıydılar. Çok ısrar ettim. Bana son bir şans verdiler sağ olsun. Kimsenin inanamayacağı nazik ortamda bu fırsatı verdiler.

Kamplardan iyi haberler geliyordu. Bitmeyen kavgalar, istişareler ve tartışmalara rağmen sessiz çoğunluk duruma hakim oluyordu. Öbür gün her saat başı Vali Bey’e durumu aktarıyor, sonuca yaklaştığımızı söylüyordum. Üçüncü gün seçimlere geçildi. Ama her şey her an değişebilirdi. Tabiri caizse dokuz doğuruyordum. Hayatı ve meslek hayatımın en nazik anlarıydı. Dördüncü gün sabah 5’te uyandırıldım. 4 gece 3 gün süren kabus bitmişti. İnsanlık onuru ve iradesi en kötü koşullarda zorbalığı alt etmiş, demokratik yapılanmasını sağlamış, kendi otoritesini kurmuştu. Bana da sabahın bu güzel ışıkları ile birlikte sadece mandala basıp ekiplerin ve araçların kamplara hareketini anons etmek düşüyordu.

20 günlük bir cehennem azabı benim sanki en az bir 20 yılımı alarak mutlu sonla bitti.
Birçok meslektaşımın çok zaman hissettiği gibi endişe ederek geldiğim yerden memnun ve üzülerek ayrılıyordum.

Hakkari’den ayrıldığımız gece Vali Şehabettin HARPUT Bey’in sadece meslektaşları için verdiği yemekte kendilerinin de ifadeleriyle mesleğimiz tarih ve dünya önünde ifade edilsin-edilmesin alnı ak gururlu ve başarılı bir sınav vermişti. Gerçi bu Mülki İdare’nin şaşaasız mütevazı destanında belki bir denizlerde katre idi. Ama bu katrede bir tuz molekülü olduğumuzu bile hissetmek, unutulacak bir anı ve yansınacak bir deneyim olmasa gerek.

Önemli not: Bu anılar amatörce kaleme alınmıştır. Anılarda ana ekseni yazanın kendisinin olacağı da bir gerçek. Gayet tabidir ki olaylarda benimkilerin çok üstünde katkı sağlamış belki on binlerce kişi vardır. Umarım hoşgörünüzle onların hakkını göz ardı etmiş sayılmam. Göç, gözyaşı ve kan olmayan bir dünya dileğiyle.

1524 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Ali Taşkın BALABAN

1958 yılında Eskişehir’de doğdu. Ankara Ü. S. B. F'ni bitirdi. Yurdun çeşitli yerlerinde memur olarak çalıştı. Antalyada ikamet etmektedir.. * Facebook Sayfamızı Beğenebilirsiniz: buradan abone olabilirsiniz ve yazılarımızı kolayca takip edebilirsiniz. * Yazıların üstündeki benim adımı tıkladığınızda benim tüm yazılarımı içeren 5 - 6 sayfalık menü açılır oradan istediğinizi tıklayarak okuyabilirsiniz. Yorumlar vasıtası ilede yüksek fikirlerinizi iletebilirsiniz. Lütfedip okuduğunuz için teşekkürler.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir