DRANG NACH OSTEN

DOĞUYA DOĞRU

Başlık biraz Attila İlhan’dan mülhem oldu ama artık yazdım bir kere, değiştirmeyeceğim. Şimdi de aklıma geçen yüzyılda Rusların Pasifik sahillerine ulaştıklarında kurdukların şehrin adı geldi; Vladivostok. Vladi fiili hükmetmek anlamına geliyor Rus dilinde, vostok da doğu demek. Biz kültür olarak farklıyız. Ne de olsa “Mülk Allahın”, hakim-i mutlak varken biz kimiz de hükmedeceğiz. Kutsal diyarlar Osmanlı Mülkü olunca hutbedeki “hakim” kelimesini bile “hadim”e çeviren bir anlayışın devamıyız. Tacikistan’da bulunduğum (1992-1996) yılların anılarıyla örmeyi düşündüğüm yazı serisinde bu tespitin nasıl da halâ geçerli olduğunu göstermeğe çalışacağım.

Güzel bir Ankara eylülünde üç yıllığına yurtdışında görevlendirildiğimi öğrenince çok heyecanlanmıştım. Ama nereye gideceğimi henüz bilmiyordum. Ortalık berraklaştıkça telaş arttı. Gideceğim ülke uluslararası uçuşlara kapalıydı. En yakın ülkelerden birine gidip karayoluyla geçmeyi düşündüm. Önce tabii ki İstanbul’a. O zamanlar 70. yılını kutlamaya hazırlanan Cumhuriyetimiz, başkentini İstanbul’un gölgesine itmiş, uluslararası uçuşlar hep oradan! Türk Hava Yollarının kendini yenilediği yıllardı, Son model Airbuslarla İstanbul’dan hareket edildi. SSCB sonrası teşkil olunan yeni yapı henüz oturmamış. Biz de çok hazırlıklı değiliz. Şimdi bu kadar beylik şeyler yazarken birden bire beni en çok duygulandıran bir noktaya geleceğim, uçak önce Bakü havaalanına iniyor. Halâ anlamakta zorlandığım bir uygulama ile uçak tamamen boşaltılıyor, bu sırada yolcular Azerbaycan topraklarına ayak basıyorlar, alanda görevli askerlerin, kendileriyle aynı dili konuşan bu insanlara yabancı muamelesi yapmakta zorlanışı unutulacak bir ayrıntı değildi. Uçaktan inen yolcuların; Erzurum’a giderken Erzincan’da mola veren otobüs yolcuları edasıyla, dev bir semaverin kaynadığı yolcu salonunda, sanki kırk yıldır gelip gittikleri bir yermiş gibi çay içmeleri de bana ilginç gelmiştir. Çünkü daha iki yıl öncesine kadar gidilmesinin hayali bile mümkün olmayan bir yerdeydiler. Bir daha havalandık. Hazar’ın çivit mavisi sularından sonra bitmek bilmeyen Türkmenistan çölleri üzerinden uçup, hava kararırken Taşkent’e konduk. Akşam saatinde Taşkent’in bende bıraktığı soğuk izlenimi izleyen yıllar daha da pekiştirdi.

Son durağımız Alma Ata’ydı. Oraya atanan meslektaşım bir kaç gün önce yeni görevine başlamıştı. Beni karşıladı. Beraber “Otel Kazakistan”a gittik. Hani derler ya “bir gün kıdemden sayılır” diye, meslektaşım da yeni kültüre intibak etmiş bir izlenim bıraktı bende. Örneğin, yemekler hakkında bilgilendirdi beni. Kendisi işe başladığı için hergün büyükelçiliğe gidiyor. Ben biraz daha serbestim. Pazara gittim. Kazak kadınları kepçeyle bardağa birşey koyup satıyorlar, ayran tadında. Ben de o niyetle bir iki bardak içtim. Biraz daha ilerde Mesket kadınları da varmış, yeşillik filan satıyorlar, “Sen Türk değil misin?” diye sordular, neden sorduklarını önce anlamadım. Meğer Kazak kadınların verdiği içecek şey kımızmış, içmemi hoş karşılamadı Mesketler. İnsanın bulunduğu yerden 4500 kilometre doğuda kendi kültüründen insanlara rastlaması bize özgü.

doguya_dogru_01Şehri gezerken, daha sonra diğer şehirlerde de göreceğim bir altyapı elemanını çok sevdim, yolların kenarında, asfalt ile kaldırımın arasında küçük bir kanal var. Alma Ata’nın sırtını dayadığı dağların suyu hem şehri temizliyor, hem de yolların kenarlarındaki ağaçları suluyor. Artık Ekim’in ortası oldu. Benim bir an önce Duşanbe’ye vasıl olup görevimi tebellüğ etmem gerek ama uçak bulamıyoruz. Ben de sonbaharın keyfini sürüyorum. Sabahları arozözler basınçlı suyla yollara dökülen sonbahar yapraklarını yukarda bahsettiğim kanallara itiyorlar. Yolculuk sona ermediği için bavullarımı açmıyorum, pazara her inişte yeni çamaşırlar alıyorum, Viet Nam malı. Bir taraftan da her sabah Duşanbe’ye teleks çekiyorum, “Yoldayım, geliyorum.” Faks denilen cihaz henüz yaygınlaşmamış.

En sonunda, Moskova üzerinden gidebileceğim anlaşıldı. Moskova’daki temsilciliğimizi aradım, artık havaların soğuduğu bildirildi. Kendime bir Kazak çizmesi alıp yeniden yollara düştüm. Moskova’ya giden uçak dev bir hava sefinesiydi. Yolcular, orta bölümdeki koltukları yatırmış, soğuk mezelerle bir çilingir sofrası kurmuşlar içiyorlar. Hadi hayırlısı deyip yerime geçtim. İki katlı gibi bir uçaktı. Bagajlarınızla binip raflara yerleştiriyorsunuz, sonra yukarı çıkıp yerinize oturuyorsunuz. Havalandıktan bir saat kadar sonra uçakta bir koşuşturmadır başladı. Hosteslerin elinde yangın söndürücüler, çilingir sofrasına doğru koşuyorlar. Keyfin orta yerinde bir de sigara yakalım demişler, votka mıdır nedir alev almış, Moskova’ya indiğimizde önce ambulanslar geldi, yüzü yanan iki kişiyi alıp gitti.

Üç gün sonra tekrar toplanıp havaalanına yollandık. Benzin yokmuş, uçak kalkmadı. Tekrar Moskova’ya döndük. Bu arada sürekli Duşanbe’yi arayıp “Yoldayım, geliyorum.” mesajlarımı da ihmal etmiyorum. Moskova’daki altıncı günümün sonunda bir girişimde daha bulunduk. Bu sefer uçak kalktı. Son dakikada, iki Afgan tüccarın gelip bagaj görevlilerine bahşiş vermem gerektiğini, yoksa uçağa binemeyeceğimi söylediklerini hatırlıyorum. Moskova’nın üzerinden uçak geçmezmiş, ne taraftan gelirseniz o taraftaki havaalanına inermişsiniz. Öyle olunca, İstanbul’dan gelen uçaktan inip Duşanbe’ye giden uçağa geçecekseniz 100 kilometreye yakın bir karayolu seyahati sizi bekliyor demektir. O yıllarda, terminalden kalkan servis otobüsü, çok geniş bir alana yayılmış olan uçakları tek tek dolaşarak herkesi bineceği uçağın yanında indirirdi. İrkutsk’a gidecek olan bir Yakut’un, uçakta o kadar adam varken benden yardım istemesini “Herhalde kan çekiyor” diye yorumlamıştım. Moskova’daki en önemli ziyaretimi Nazım’ın kabrine yapmıştım. Bu ziyaretin izlenimlerini ayrı bir yazıda değerlendirmek arzusundayım.

Duşanbe’ye indiğimde, beni almağa gelen elçilik görevlileri inen yolcular arasında beni teşhis edememişler. Nasıl etsinler, ayakta Kazak çizme, başta Karakul Kalpak. Uçağa binmeme yardımcı olan iki Afgan yine devredeydi, Elçiliğin Koruma Müdürünü bulup getirdiler. Sonrası malûm. Sefir Bey’in huzuruna girip “Ben geldim” deyişimi ne ben unuturum ne de o anda orada bulunanlar. İşin acı tarafı, 10 gün süren bir yolculukla ulaşabildiğim misyonum sadece iki ay kadar sürecek ve Cumhuriyet Bayramı nedeniyle vereceğimiz resepsiyon gününün sabahı patlayan iç savaş nedeniyle 40 günlük bir Merkez (Ankara) görevlendirilmesini takiben tekrar Duşanbe yollarına düşecektik.

1663 Toplam Görüntüleme 2 Bugün

Feyyaz ÖZER

1956 yılında Bolu’da doğdu. İlkokula Denizli’de başladı. Ankara Yenimahalle’de bitirdi. 1975’te Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydoluncaya değin Ankara’nın muhtelif orta öğretim kurumlarında vakit geçirdi. Okey bilmez, futbol oynamaz. Bazen fotoğraf çeker. 1981’den bu yana kamu görevlisi. Bu vesile ile değişik ülkelerde bulundu.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir