KAHROLMUŞ AFGANLAR, MAHVOLMUŞ GÖÇMENLER

I.

“Bıyıkların neden yağ oldu?

Bıldırcın eti yedim.

Bıldırcın yağlı mıydı?

Gökte uçarken gördüm.” (tekerleme)

Her güz mevsiminde Kırım açıklarında cem olan bıldırcın kolonisi istidlal yapıp; hava ve deniz şartlarını gözden geçirirler. Krallarının, “İlk hedefiniz Sinop, ileri!” emri üzerine sabah, tan vaktinde kanat çırpmaya başlarlar akşam kızıllığına kadar. Takatleri bitmiş, yorgun, perişan ve endişe içinde Sinop sahillerine konarlar. Orada onları sıcak bir yuva beklememekle birlikte maalesef vicdansız avcılar da kol gezmektedir: Tüfekleri, fişekleri olmayan bu avcılar bir adım dahi atacak mecali olmayan yorgun misafirleri elleriyle çuvallara doldururlar. Allah’tan gecenin karanlığı çöküverir ve çuvallar da doluverince bazı bıldırcınlar yaşamlarını sürdürme imkânı elde etmiş olurlar.

 

II.

1991 Mart.

Çukurca.

Körfez savaşı sonrası sınırlarımız mülteci baskısı altında.

Hükümetimiz 1989 Bulgaristan göçmenlerine yönelik “Koşun gelin, çorbamızı paylaşırız sizinle…” uygulamasından ders çıkarmıştı: Hastayı yatağında tedavi edelim, hastaneye istiflemeyelim. Mazlumlara her türlü yardımı yapalım ama onları ülkelerinden uzaklaştırmayalım ve en mümkün olan sürede evlerine dönüşü sağlayalım fikrinde. Aklıselim buydu…

Onları sorunlarıyla başka coğrafyalara taşımanın hiçbir tarafa fayda sağlamadığı gerçeğine tarih tanıklık ediyor. Nitekim üç ay içinde o insanlar geri dönmüştü yuvalarına.

Mülteciler geldiklerinde bir Irak Dinarı 350 TL idi ama bizim dağ başı para piyasasında 50 TL’ye bozdurdular. Geri dönüş başlayınca da 500 TL’ye tekrar aldılar. Dağ başlarında çuvallar, kamyonlar dolusu TL ve Irak Dinarları korumasız ahırlarda saklanıyordu…

Bir sabah dikkatimi çekti, iki genç kadın sopalardan yapılmış sedyelerde -hasta görüntüsüyle- sınırdan geçiriliyordu. Bir görevli, “Durun!” diye bağırıp onlara doğru seğirtti. Kadınlar da dâhil herkes kaçtı. İşin aslı sonradan anlaşıldı; bizim bir yurttaşımız bu iki kadının başlıklarını ödeyip almış. Doğu ve Güneydoğu bölgemizde hayvan pazarlıklarında çifti için fiyat verilir, dolayısıyla çift çift alınır satılırdı. Kadınlar için de aynı usul uygulanmış…

Kadınların babaları için alacağı üç beş kuruş önemli idi ama daha çok namus ve iffetlerini emin ellere teslim etme arzusu da vardı… Çok zor bir tercih…

Öğrendim ki bölgede yaşayan pek çok yurttaşımız oğullarına gelinleri ve kendilerine ikinci, üçüncü kadınları hep bir göç mevsiminde ucuza kapatırlarmış!

Bursa’da petrol kralı bir yiğidimiz, “10 koyunun olsun/güden oğlun olsun” atasözünü önemsemiş, her pompanın pompacısı oğlu olsun diye hanımların modellerini göç vurgunlarıyla yeniliyordu: Koleksiyonunda önceleri Avrupalılar vardı; Bulgaryalı, Selanikli, Bosnalı vb.

2007 de bir Ahıskalı bıldırcın almıştı. 2011 de cömertliği tuttu 2 Suriyeliyi kadroya dâhil etti. Aslında ilkeli idi; aynı anda yenilerden 4 nikâhlı bulunduruyor, eskileri emekli ediyordu. Aynen rahmetli Profesör şeyhimiz gibi ki, o da bu yöntemle 16 kadınefendi eskitmiş; Cennet mekân Abdülhamid’i sânî hazretlerine edepsizlik olmasın diye bu sayıyı tecavüz etmiyordu.

 

III.

“Vaziyet çok zordu,

Bizi memleket yordu

Şimdi tuzum kuru,

Gel gözümün nuru.” (Sezen Aksu)

 

2015 Haccındayız.

Kâbe’de yanımda oturan Afganistanlı Salih’le laflıyoruz.

Bizler bu seyahat için 3 bin 800 avro harcarken onlar 2 bin 400 avro ödüyorlarmış. Anlaşılıyor ki Suud’lar onlara indirim yapıyordu!

“Hemşehrilerin Türkiye’ye çok geliyorlar. Sen de düşündün mü?” diye sordum. “Tabi” dedi,  “Ama param yoktu. 2 bin 500 Avrom olunca buraya geldim. 20 bin Avrom olsaydı şimdi İstanbul’daydım. Bir de daha genç olsaydım… Binlerce kilometreyi anca gençler yürüyebilir.” “O paralar nasıl kazanılır oralarda?” diye sorunca öfkeyle hemen yanımdan kalktı. “Kenevir. Başka ne olacak? Tabi sizin tuzunuz kuru!” diye çemkirip gitti.

Ah Afganistan ah, parayı kazanmak bir bela harcamak başka bela…

 

IV.

“Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun aman

Gördün güzelleri, beni unuttun yâr yâr

Sılaya gelmeye yemin mi ettin aman

Gayrı dayanacak özüm kalmadı yâr yâr…” (türkü)

 

İstanbul.

Boğaz.

Muhafazakâr meyhanesi denilen yerlerden bir Restaurant-Cafe’deyiz, vakit akşam. Gemiler geçiyor boğazdan sakin rahat; bizim boğazdan da balıklar… Rüzgâr bir tatlı esiyor, ayın şavkı vurmuş yakamozlar, boğaz kıpır kıpır; bu mekânlarda müzik bir başka dinleniyor, taam başka sunuluyor azizim. Her şey çok güzel MaşaAllah.

Gülbettin, Türk sanayi ve iş çevresinin yakından tanıdığı Afgan kökenli büyük bir iş insanı, otuzlu yaşlarda. Dostlarını yemeğe almış kutlaması var. “Ağabey!” diyor “Tam 11 yıl önce bu gün bu saatlerde Tora Bora Dağları eteklerinden yola çıkmıştık.”

Gözleri dalıyor ve de doluyor. Ve hikâyesinin ayrıntılarını atıyor orta yere. “Bir gencin yola çıkabilmesi için çantasına 25 bin USD koyması gerekir. 15 genç bir kafile olduk. Her birimiz 20 bin USD’ı mihmandara ödedik. 5 bin USD’ı da vücudumuzda zulaya attık. “Yoldaşlar!” dedi mihmandar, “Zor bir yola çıkıyoruz. Önce İran’ı geçeceğiz, sonra Türkiye sınırını. Ben sizi güvende götürmeye çalışacağım; yollarda rastladıklarımıza gerekirse vicdan yaptıracağım, ağlayacağım, müsait olanlara rüşvetler vereceğim. Yine de bize ateşle cevap verenler olabilir ve içinizden belki ilk ölen ben olabilirim, üçünüz, beşinizle birlikte… Her şeye rağmen tek kişi bile kalsanız hedeften vaz geçmek yok. Üzerinizde hiçbir belge, yazı bulunmasın! Hedefi ezberleyin ve hiç unutmayın: İstanbul, Zeytinburnu, 58 Bulvar, depo. Oraya ulaştığında bir köşeye ilişip salak salak bekleyeceksiniz. Ta ki senin dilini konuşan biri omuzuna dokunana dek. Umuda yolculuğa Vira Bismillah! Yolculuğumuz aylarca sürdü. İran’da bir akşam baskına uğradık, çil yavrusu gibi dağıldık. Üç dört gün sonra bir araya gelebildik. Bir arkadaşımız kayıptı, öldü mü sağ mı halâ bilmiyoruz. Depoda bir köşeye tünemiş merakla etrafı temaşa ediyorum. Bir araç durdu önümde, üç kişi indiler hışımla sırtlarında polis yazan yelekler: Pasaport dediler, beni duvara yasladılar ince ince aradılar, kan ter içindeyim, biraz sonra bakındım kimse yok! Artık harcarım diye zulamdan çıkardığım 5 bin USD da yok. Keratalar, sahte polisler beni illa sıfırdan başlatmak için zula paramı iç etmişler. Kolum dalım kırıldı, kafayı eğmiş sadece önüme bakıyordum ki bir el omzuma dokundu. Peştuca ‘Hoş geldin Türkiye’ye!’ dedi. Öğle sonrası iki yıl boğaz tokluğuna çalışacağım deri atölyesinde idim. Rabbime şükürler olsun şu an saygın bir iş adamı olarak buradayım. Türkiye işte bu, fırsatlar ülkesi. Siz bilemezsiniz kıymetini! Eğer orada kalsaydım kesinlikle iyi bir hikâyem olmayacaktı.”

 

V.

“Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…

Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!”  (M.Akif)

 

Yetmişli yıllarda tanımıştım bazı Afganları, güzel insanlardı. Arif, âlim, iffetli, dikkatli Müslümanlardı. Kendi ülkelerinde kendi yağlarıyla kavrulup gidiyorlardı. Büyük ölçüde mutlu idiler; komşularının tavuğuna kış demiyor, kazında gözleri yoktu. Dünya ticaretine artı ya da eksi çok bir katkı da sağlamıyorlardı.

Anlayamadığımız saiklerle emperyalizm, bütün unsurlarıyla bu güzel ve kardeş ülkenin başına bela kesildi. Rusya, ABD, Çin, Hindistan, onların peykleri vs. herkes bir çomak soktu. Kendileri de maalesef bu oyunları bozamadılar, hatta topa girdiler. Harici ve dâhili bedhahlar Afganistan’ı çevirdiler fitneistana.

Dostum Sabit Kaya, yurtdışında bir hastanede tedavi olan yeni nesil mücahitlerle karşılaşmış: Çok tıfıl gençler, mana derinliği nanay… “Nasıl mücahit oldunuz?” diye sormuş. “Mezralarda yaşıyorduk. Zıpır delikanlılardık. Babalarımız bizi birer mücahit teşkiline verdi adam olalım diye. Şanslı çocuklardık, basiretli babalarımız sayesinde. Örgüt altı ay okuma yazma ve basit bilgiler okuttu. Sonra seçme yaptı. Cihad yeteneği olanları seçti askeri eğitime aldı. Elek altı kalanlar molla olmak üzere medresede kaldılar. Bizler üç yıldır elde tüfek mücahidiz. Yaralandık, örgüt burada tedavimizi sağladı. Yakında yine gideceğiz cihada…”

VI.

“Bulandırma denizi

Uyandırma kerizi.” (atasözü)

 

Bu insanları Türkiye’de ilk istihdam edenler mafya denen suç örgütleri olmuştur. Yerli ve milli bir tetikçiye 200-300 bin TL ödeyeceksin; herif ölür, yaralanır ya da yakalanırsa ömür boyu kendini ve ailesini beslemek pek pahalı. Bir Afganlı’nın eline 8-10 bini sıkıştır; videosunu çek, yayınla sonra da bir dandik bota bindir postala yurtdışına. Akıbet, sadece onu ilgilendirir. Ucuz ve temiz iş.

Türkmenmecidiye köyü de epey Afgan göçü almış. Emmioğlum Suat pek memnun. 6-7 bin TL aylığına çoban bulamazken bin liraya Afgan çoban bulunuyormuş. 200 liraya amele bulamazken göçmenler 50 liraya koşuyorlarmış. Hem imam izne gitse köy halkından camiyi açacak yokken bunlar ezan bile okuyormuş. Ellerine vur ekmeklerini al öyle iyi insanlarmış. Köyün kötü adamı Sülükçü Yüksel bir Afganlıyı bir yıl çalıştırmış, iki kuruş vermeden sepetlemiş, adam hakkını isteyince üstelik birde eşek sudan gelene kadar dövmüş. Garibim gık dememiş kimseye anlatmamış derdini. Kanadı kırık bıldırcınım… İyi insan mı acaba dedim yoksa kadılık kaymakamlık olunca deport olacağı için mi bu uysallık? Afgan gelinlerimiz konusunu es geçiyorum…

VII.

“Nere gidem kader senin elinden elinden, ley elinden?” ( türkü)

Safiullah, kâğıt toplayıcılığı yapıyor.

Özlemi, gözlemi, gözleri her şeyi sılasında…

Geçen yıl yememiş içmemiş 10 bin USD’ı biriktirmiş. Kandahar, Aino Maina’da 40 evlek bir tarla almış 8 bin USD’na (bizim köyden pahalı fiyatlar).

Bunu bir Call Shop aracılığı ile EFT ediyor, çünkü yasa dışı bankacılığın orada da bir Call Shop veya kuyumcusu var ve anında karşılıklı tediye yapılıyor. Paranın dini imanı olmadığı gibi sınırı da yok. %10 EFT ücreti ödemiş. Lakin bizim yerli Call Shop’çu Fırıldak Deniz Hanım paranın üstüne külliyen yatmış. Buyur buradan yak!

Gerçi bu abla, Döviz-Exchange yaparken üç yıl öncede küçük bir kusur işlemişti. İnsan kaçakçılığında da bir teminat müessesi oluyor yasa dışı. Diyelim kişi başı Köln teslimi 30 bin avroya anlaştılar. Firari; ücreti sahte pasaport veya belge kopisiyle birlikte ablaya ödüyor, o da ona bir şifre veriyor. Evet şu an istediğim yere getirilip bırakıldım diye şifreyi söylüyor, abla da parayı kaçakçıya ödüyor %15 hizmet bedelini keserek veya operasyon olmadı kaçak gelip şifre ile %85 parasını alıyor. Yolculuk ölümle biterse; sen sağ ben selamet, sağ kalanlar için bu iş ballı olmuş oluyor. Bu ballı sistemden de tatmin olmayan Deniz Hanım 20- 30 milyon dolar tokatlamıştı piyasadan. Sonra da konkordato ilan etti yasal biçimde. Yenilerde Call Shop işine girmiş. Demek sektördeki hırs ve hız o kadar yüksek ki dün yapılan hataları, yanlışları bile kâale almıyor.

Ensar olmak kolay değil, muhacirlik zor. Kıt’a dur!

 

VIII.

“Güç aldık birbirimizden

Aştık nice zorlukları

El ele, yürek yüreğe

Dalgalandırdık al bayrağı!” (marş)

 

40 yılda Afganistan ekseriyetini dikkate alarak söylüyorum: Tarumar bir memleket ve cahil bırakılmış, suça teşvik edilmiş, alıştırılmış bir nesil…

Diğer Asya ülkelerinden gelen kardeşlerimizle de bazı küçük problemlerimiz var görmezden geldiğimiz.

Neredeyse bir asırdır enternasyonal emperyalizmin zulmüne uğramış canlarımıza başarılı, sağlam bir mikro milliyetçilik aşılamışlar. Ha keza ABD Suudi dostlarımız da şifrelerini bilemediğimiz, tarif edemediğimiz bir din anlayışını boca etmişler. Dolayısıyla onlarla Türklük ve Müslümanlık bağlamında işimiz zor, yolumuz çok uzun diyor Çankırılı Murat Akdoğan. Bire bir ilişkilerimizde mutsuzluğumuz ondan.

 

63586 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Ali Taşkın BALABAN

1958 yılında Eskişehir’de doğdu. Ankara Ü. S. B. F'ni bitirdi. Yurdun çeşitli yerlerinde memur olarak çalıştı. Antalyada ikamet etmektedir.. * Facebook Sayfamızı Beğenebilirsiniz: buradan abone olabilirsiniz ve yazılarımızı kolayca takip edebilirsiniz. * Yazıların üstündeki benim adımı tıkladığınızda benim tüm yazılarımı içeren 5 - 6 sayfalık menü açılır oradan istediğinizi tıklayarak okuyabilirsiniz. Yorumlar vasıtası ilede yüksek fikirlerinizi iletebilirsiniz. Lütfedip okuduğunuz için teşekkürler.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir