HAZRETİ PEYGAMBERİN GÜLÜŞÜ

Peygamber Efendimiz (SAV) ve beraberindeki bir avuç Müslüman, Bedir’de, onları yok etmek için Mekke’den çıkıp gelen, kendilerinden kat kat kalabalık ve güçlü müşrik ordusunun karşısına çıkmaya cesaret edebilmişler, üstelik çetin bir savaştan sonra Allah’ın yardım ve nusretiyle düşmanlarını ağır bir yenilgiye uğratmışlar, onların bir kısmını öldürmüşler, bir kısmını da esir alarak ellerine ayaklarına zincirler vurmuşlardı.

Nasıl yenildiklerine bir türlü akıl erdiremeyen esirler, bir yandan bunun kötü bir rüya mı, yoksa gerçek mi olduğunu anlamaya çalışıyorlar, bir yandan da bağlar, zincirler içinde, aciz ve düşkün bir halde ağlayıp sızlıyorlar, feryat ve figan ediyorlardı. Bunun bir rüya değil, gerçek olduğunu iyice anladıktan sonra, hepsi hayatta kalmaktan artık tamamen ümitlerini kesmişler, en ağır işkencelerden geçirilerek, öldürülmeyi beklemeye başlamışlardı. Çünkü eğer onlar üstün gelseler ve Müslümanlar da aynı şekilde onların eline esir düşseydi, onlara hiç acımayacaklar, o zamanın adetlerine göre onlara her kötülüğü ve işkenceyi yapacaklardı.

Esirler bağlı bir şekilde sürülüp götürülürken, Hazreti Peygamber de zaman zaman bunları uzaktan gizlice izliyor, hal ve hareketlerini inceliyordu. Her biri, ona olan düşmanlığından ve öfkesinden dişlerini gıcırdatıyor, dudaklarını kemiriyordu. Ama bunca kızgınlıklarına rağmen, ağızlarını açmaya ve bir şey söylemeye hiç mecalleri yoktu. Yenilginin ağır utancı ve kahrı altında ezim ezim eziliyorlardı.

Peygamberi inkarları ve ona karşı düşmanlıkları devam eden esirler, başlarına gelen bu beklenmedik felakete bir türlü anlam veremiyorlardı. Bu inkar, düşmanlık ve şaşkınlık havası içinde, etraflarını saran muhafızlara da ne konuştuklarını duyurmamaya çalışarak, kendi aralarında olup bitenlerle ilgili olarak konuşuyorlar, yorumlar yapıyorlardı.

-Yahu, bu başımıza gelenler nasıl bir felakettir Allah aşkına?! Biz, bin kişilik dev gibi ve güçlü orduyduk. Bunlar topu topu üç yüz kişiydi. Üstelik, Arapların savaşı ve savaşmayı en iyi bilen en ünlü cengaverleri, en kahraman yiğitleri, en güçlü kuvvetli pehlivanları da bizim aramızdaydı. Hepimiz, baştan ayağa zırhlarla, en etkili silahlarla, en iyi atlarla, develerle, teçhizatla donanmıştık. Karşımızdakiler ise, bize denk olmak ne kelime, hiç bir bakımdan bizimle kıyaslanamazlardı bile. Adamların ellerinde doğru dürüst kılıç, mızrak bile yoktu. Bizim gibi tam teçhizatlı, namı, şöhreti cihanı tutmuş eşsiz kahramanlar, nasıl olur da böyle sayıca kendilerinin üçte birinden bile az, çelimsiz, zayıf, yarı çıplak, yarı canlı, yarı ölülerin önünde darmadağın olur, zelil, perişan, rezil bir hale düşer? Nasıl oldu da biz bu baldırı çıplaklara, bu zavallı başıbozuklara yenildik? Bunun cevabını bir bilen varsa ne olur bana da söylesin! Ben bu işin içinden bir türlü çıkamıyorum.

-Haklısın dostum! Halbuki biz, bu adamların köklerini kazıyıp, onları tamamen yok etmek için gereken bütün tedbirleri almış, her çareye başvurmuştuk. Ama bunlar hiç bir işe yaramadı. Acaba yıldızımız mı düşük, yoksa bizi bu hale düşüren uygunsuz bir hareketimiz mi oldu? Sakın bunların peygamber olduğuna inandıkları şu adam, bize sihir veya büyü yapmış olmasın? Evet, evet, bence öyle oldu! Bu adam bize sihir ve büyü yaptı!

-İyi ama, bizim de büyücülerimiz ve sihirbazlarımız vardı. Biz de ona büyüler, sihirler yaptırmıştık. Madem öyle, bizimkiler niye ona tesir etmedi? Nasıl oldu da, bu adamın bahtı bizim bahtımızı, tahtı bizim tahtımızı alaşağı etti.

-Halbuki, bununla savaşmak üzere Mekke’den çıkmadan önce, Kabe’ye gidip, putlara ve Tanrı’ya kurbanlar kesmiştik? Ayrıca, ‘Ya Rabbi! Biz veya Muhammet, hangimiz haklıysak ve doğruysak, Sen onu kazandır, ona yardım et! Eğer Muhammed’in dini haksa onu üstün kıl, değilse onu bize zebun et!’ diye dualar etmiştik. Şimdi Allah’ın yardımına onun mazhar olduğunu ve onun bize üstün geldiğini gördükten sonra, dilim varmıyor ama, acaba bu onun doğruluğunun bir göstergesi olabilir mi diye düşünmeden de edemiyorum. Ne dersiniz? Yoksa bizim bu yenilgimiz, duamıza bir cevap mıydı?

-Yok canım, hiç alakası yok! Bu yersiz, uğursuz düşünceleri hemen aklından çıkar! Bizim işimiz ters gitti, mağlup olduk, yenildik, hepsi bu kadar. Mesele bu kadar basit! Hem bir kere yenilmişsek, bugün bunlar bize galip gelmişlerse ne olmuş yani! Dünyanın sonu değil ya bu! Bu bir savaştır, bugün biri üstün gelir, yarın öbürü. On üç yıl boyunca bizim onlara Mekke’de ne işkenceler, ne hakaretler, ne eziyetler ettiğimizi, neler yaptığımızı hatırlamıyor musunuz? Kaç tanesini işkence ederek öldürdük. Kaç tanesini döve döve pestil ettik. Bir çoğu elimizden kurtulmak için kaç defa Habeşistan’a, en sonunda da hepsi şu Yesrib’e göçtüler, kervan yolumuza yerleştiler. Ah keşke zamanında bunlar elimizdeyken, hepsini öldürseydik de bu beladan temelli kurtulmuş olsaydık!

-İşin bu kadar büyüyeceğini, bu hale gelebileceğini kim bilebilirdi ki? Geç uyandık ama, iş işten geçmiş oldu.

-Üstüne üstlük bir de bu savaşta yenilmemiz çok kötü oldu. Bir daha Arapların yüzüne nasıl bakar, bu yenilgiyi kime nasıl açıklarız. Üstelik ileri gelenlerimizden çoğunu bu savaşta kaybettik. Ölüleri saydılar, bizden yetmiş kişi ölmüş. Aralarında şefimiz, başkomutanımız da var. Onlar Ebû Cehil diyorlar. Ebül Hakem’in öldürüldüğüne nasıl sevindiklerini, gördünüz mü?

-Sevinmezler mi, tabi sevinirler. En büyük düşmanlarından kurtulmuş oldular. Peki, reisimizi kim öldürmüş, nasıl öldürmüş gören, bilen var mı?

-Ben gördüm. İnanmayacaksınız ama, reisimizi Abdullah ibni Mesud öldürdü.

-Hadi canım sen de! Şu Muhammedin Kargası adını taktığımız, ufak tefek, incecik, zayıf, çelimsiz, Mekke’de iken hiç adam yerine koymadığımız, alay edip dalga geçtiğimiz, bizim dövmekten bıkıp yorulduğumuz, ama kendisi dayak yemekten usanmayan, ikide bir de yanımıza gelip bize peygambere indiğini söyledikleri kitaptan bölümler okumaya kalkan, yeni dini anlatmaya uğraşan, kaç kere artık dayaktan ölmüştür diye bırakıp gittiğimiz, sonra perişan bir halde yine bir yerlerden karşımıza çıkan İbni Mes’ut mu? Yok, yok, öyle bir şey asla doğru olamaz! Herhalde ya sen yanlış gördün veya mahsustan böyle söylüyorsun!

-Keşke yanlış görmüş olsaydım! İlk başta, ben de gözlerime inanamadım. Tekrar tekrar gözlerimi oğuşturarak baktım ama, maalesef büyük şefimizi öldüren, o bildiğimiz İbni Mesut un ta kendisiydi! Hani şu, Muhammed’in Kargası diye lakap taktığımız İbni Mesut! İşte bakın, görüyor musunuz, şurada, az ileride arkadaşlarının arasındaki İbni Mesut! Ya, işte o, herkesin saygı duyup korktuğu koca şefimizi, bu zayıf, çelimsiz, ufak tefek, zavallı adam vurdu öldürdü. Yemin ederim, gözlerimle gördüm!

-Deme yahu? Öyleyse çok kötü! Bu hem reisimiz, hem de bizim için en az bu yenilgi kadar büyük bir utanç? Peki ama, bu iş nasıl oldu? Öyle güçlü kuvvetli, koskoca bir komutanın hakkından, bu çelimsiz ufak tefek adam, nasıl gelebilir?

-Ne bileyim, gelmiş işte! Ben gördüğümde, reisimiz sırt üstü yere yıkılmış, bu adam da onun göğsüne çıkmış oturmuş, ona imana gelmesini teklif ediyordu? Ebül Hakem, şaşkınlık ve acılar içinde yattığı yerden ona alaylı bir şekilde: ‘Ey Muhammed’in kargası! Bakıyorum çok yüksek bir yere çıkmışsın? Başın dönüp düşmeyesin! Ben senin teklifini asla kabul etmem! Ama dilersen, benim sana çok kârlı bir teklifim var. Eğer bu önerimi yerine getirirsen, seni paraya pula, mala mülke boğarım? Beni ölmek değil, senin gibi zavallı ve aciz birisi tarafından öldürülmek üzüyor. Bu benim için de, yakınlarım için de büyük bir ar ve utanç vesilesi olur. Ne olur, gel beni sen öldürme de bana denk ileri gelen güçlü savaşçılarınızdan biri öldürsün!’ dedi. Öteki, bu karlı teklifi kabul etmedi. ‘Son nefesinde bile hala, büyüklük taslıyor, imana gelmiyorsun demek!’ deyip elindeki kılıçla şefimizin o iri kafasını keserek, koca gövdesinden ayırdı.

-Allah, Allah, demek öyle oldu? Bu gerçekten de inanılması güç ve utanç verici bir olay! Adamların en zayıfı bile bizim en güçlümüzün hakkından gelebiliyor, bu nasıl iş?

Esirler, kendi aralarında konuşurlarken, bir yandan da bakışlarını açık veya gizli bir şekilde kendilerini esir eden Müslümanların üzerinde gezdiriyorlar, onların özellikle kendilerine garip gelen hal ve hareketleri hakkında değişik yorumlar yapıyorlar, bazı konulardaki şaşkınlıklarını daha fazla içlerinde gizleyemiyor, açığa vuruyorlardı.

-Yahu, bunlar bir zamanlar bizim kahrımız ve tahakkümümüz altında değiller miydi? O zaman bunlara neler etmiş, ne acılar, ne ızdıraplar çektirmiştik. Şimdi onlar bize üstün geldiler. Bizi esir alıp ellerimizi kollarımızı bağladılar. Ama görüyor musunuz, bizden o eski günlerin intikamını almak için hiç de acele etmiyorlar. Biz olsak böyle sakin olabilir miydik? Adamlar sanki bunca olan biteni unutmuş gibi davranıyorlar.

-Biz bunların ezilmiş ve yenik zamanlarını çok gördük, şimdi de üstün ve galip geldikleri zamanı görüyoruz. Bunların mağlup olmaları bile sanki bir başka türlü! Ne bileyim, bizimki gibi çirkince ve alçakça değil! Bunların iyi baht ve talihleri, sanki bozgunlarında, yenilgilerinde bile, onlara el altından yüzlerce sevinç ve neşe veriyor. Bunların mağlubiyetlerinde, bizimki gibi gam, üzüntü, keder, hayal kırıklığı, ümitsizlik yok. Mağlupken, hiç de mağluba benzemiyorlar. Bunların yenilgilerinde, alt oluşlarında bile bir güzellik var. Hani misk ve amber şişesini kırarsın da dünyayı güzel kokular kaplar ya, işte öyle bir şey! Başkalarının yenilgisi ise, hani eşek tezeğini kırarsın da ortalığı pis bir koku alır ya, ona benziyor.

-Şunlara bakın! Gam ve keder içinde bile Allah’a meftun ve aşıklar. Gam dikenlerini, diken düşkünü develer gibi nasıl da iştahla otluyorlar. Zehri, nasıl da şeker gibi yiyorlar. Bunlar uğradıkları gamı, kederi, üzüntüyü, bela ve musibeti hiç dert etmiyorlar. Halbuki biz olsak bir an önce kurtulalım diye telâşelenir, her şeyi yapar, her çareye başvururuz.

-Herhalde bunlar, bu horluğu, rütbelere, mevkilere erişmek gibi sayıyorlar da, o yüzden kurtulmaya niyetleri yokmuş gibi davranıyorlar. Düştükleri kuyunun dibinde öyle neşeli ve sevinçliler ki, sanki oradan kurtulur da taca, tahta nail oluruz diye korkuyorlar. İnsanın severek isteyerek oturduğu yer, yerin altı bile olsa, ona göklerden yüce gelir.

-Bunların yenilmesi, kırılması da bizimkine benzemiyor. Biz bir ikbale erişip yükselince nasıl neşelenip, seviniyorsak, onlar horluğa düşüp ellerindekini, avuçlarındakini kaybedince öyle, hatta daha da fazla seviniyorlar. Bunlar yoklukla, yoksullukla, horlukla iftihar edip övünüyorlar, bunları yücelik kabul ediliyorlar.

-Yahu bunlar ne biçim adamlar, yeniyorlar seviniyorlar, yeniliyorlar gene seviniyorlar, hatta daha çok seviniyorlar. Normal bir insan düşmanlarını öldürünce sevinir, bunlar düşmanları tarafından öldürülünce daha çok seviniyorlar. Allah yolunda öldürülenlere ölüler denmemesi gerektiğine inanıyorlar. Dolayısıyla bunlar yenilmesi, öldürülmesi imkansız yaratıklara benziyorlar. Bunları yenmek, öldürmek düşmanlarına da bir tat ve zevk vermez.

-Dikkat ediyor musunuz, O Allah’ın elçisi olduğuna inandıkları Muhammet, arada bir bize bakıyor? Şimdi bu adamın yüreği, bize karşı kim bilir nasıl kin ve öfkeyle doludur, taş gibi de katıdır. Bakalım bize ne tür işkenceler ve zulümler uygulatacak?

-Arkadaş, adam şimdi bize ne yapsa haklı. Ona karşı savaştık, yenildik, eline esir düştük. Biz onu yenip esir alsaydık, konukseverlikle mi karşılayacaktık?

Esirler, bu halde sürülüp götürülürlerken, bir ara Mustafa’nın (SAV) onlara bakıp güldüğünü gördüler. Bu öyle kahkahayla, gurur ve kibirle bir gülme değildi, çok hoş ve güzel bir tebessümdü. Zaten kimse onun kahkahayla ve katıla katıla güldüğünü görmemiştir. Fakat esirler, Peygamber’in bu gülüşünü kötüye yordular. Birbirlerine Peygamberin onlara bakıp güldüğünü söyleyip, göstererek kendi aralarındaki değerlendirme ve konuşmalarını bu konu üzerinde yoğunlaştırdılar:

-Bakın, bakın, görüyor musunuz? Bizi böyle zincirlere vurulmuş görünce nasıl da keyiflenip, gülüyor? Bir de çıkmış peygamberlik taslıyor ama, aslında o da bizim gibi bir insan! Hani onun huyları değişmiş, hani onu Allah terbiye etmiş ve hani o Allah’ın huyları ile huylanmıştı. Hani bu dünyanın geçici zevkleri ve üzüntüleri onu etkilemezdi. Öyleyse şimdi neden düşmanlarının kahroluşuna seviniyor, zaferden, fetihten ve galibiyetten gurur duyuyor? Demek ki, onda da bizim gibi beşeri zaaflar var.

-Görüyor musunuz, bizleri yenilmiş, bağlar içinde, kendi esiri olarak görünce, nasıl da tıpkı nefislerine mağlup insanların düşmanlarını yendiklerini veya yok ettiklerini gördükleri zaman neşelendikleri, sevinçten gülüp oynadıkları gibi o da seviniyor ve memnun oluyor? Hani o, iyiye de kötüye de merhamet eden, iyiyi de kötüyü de bağışlayan üstün bir insandı? diyerek Peygamberin gülüşüyle ilgili türlü yorumlar getiriyorlar, onu kınıyorlardı. Etraflarındaki muhafızlar konuştuklarını duymasınlar, gidip haber vermesinler, diye çok alçak sesle, fısıltıyla konuşuyorlardı.

Onların bu fısıltılı konuşmalarını, yanlarındaki muhafızlar duyamadılar ama, fısıltılı sözleri de gönüllerden geçen gizli sırları ve düşünceleri de bilip duyan Yüce Allah, onların sözlerini duygu ve düşüncelerini Peygamberine duyurdu. Yusuf’un gömleğinin kokusunu, gömlek yanında olduğu halde, onu alıp getiren duyamadı ama, Yakup çok uzaklardan duydu. Şeytanlar, Levh-i Mahfuz’daki gayb sırlarını öğrenmek için göğün çevresinde dönüp dolaşırlar da yine duyamazlar ama, o sırlardan bazıları yatıp uyuduğu sırada bile Hazreti Muhammed’in başucunda döner dururdu. Helvayı parmakları uzun olan değil, nasibi olan yer.

Allah’ın bildirmesiyle esirlerin kendi aralarında gizlice konuştukları şeyleri ve içlerinden geçen düşünceleri öğrenen Peygamber Efendimiz esirlerin yanına gelip onlara:

-Haşa! Ben sizleri savaşta yendiğim için, sizleri kahrıma uğramış düşmanlarım, zarara uğramış esirlerim olarak gördüğüm için gülmedim. Ben, zaten ölüme, yok olup gitmeye mahkum olanları öldürdüğüme mi sevineceğim. Ölüyü öldürmek yiğitlik değildir. Üstelik ben, bu günleri, yani batılın hak karşısında yenilip yok olacağını, yeni görmedim ki sevineyim. Bunun böyle olacağını ben, ta en başından, sizin ikbal devirlerinizde bile görüp duruyordum. Çünkü Allah’ın, bu dini üstün getireceğine dair bana vaadi vardı. Allah vaadini mutlaka gerçekleştirir. Bu dine karşı gelenler, ona düşman olanlar elbette Allah’ın kahrına uğrayacaklar. Siz o görünüşteki üstünlüğünüzle şeker yediğinizi sanıyordunuz ama, yediğiniz zehrin ta kendisiydi. Siz, farkında olmadan o zehirli şekerleri, şerbetleri neşeyle yiyip içiyordunuz. Siz, düşmanınızın, böyle zehirlerle dolu bir şekeri yediğini görseniz, ona ‘Yesin varsın, afiyet olsun!’ dersiniz. Bunun için ona engel de olmazsınız, haset de etmezsiniz. Ben ise, herkese üstün geleyim de dünyaya hakim olayım, dünyayı zapt edeyim diye savaşmıyorum ki! Bu dünya benim gözümde murdardır, leştir, pisliktir. Ben böyle pis bir şeyin peşinde nasıl koşarım? Ben köpek değilim ki, leş yiyeyim. Ben, bütün dünya huzura, sükuna, barış ve saadete kavuşsun diye savaşıyorum. Bu zıtlıklar, terslikler dünyasında barış, ancak savaşla elde edilebildiği için savaşıyorum. Ben, kendim yüceleyim, yükseleyim, devlete ereyim diye insanların başını kesmiyorum. Ben, bütün alem ve bu alemdeki milyonlarca baş kurtulsun diye ve çok gerektiği için, başka türlüsü de olamadığı için, Allah’ın emriyle birkaç baş kesiyorum, hepsi o kadar. Bahçıvan da fidanlar iyi yetişip gelişsin, güçlenip yücelsin, iyi ve bol meyve versin diye, zararlı ve gereksiz dalları budar, bahçedeki zararlı otları ayıklar. Dişçi, çürüyüp gitmiş, artık fayda değil zarar, ağrı ve sızı vermeye başlamış dişi çekip çıkarmaz; doktor, kangren olmuş, vücudu zehirlemeye başlamış organı kesip atmaz mı? Ben, akılsızlıklarından, cahilliklerinden, Hakka, hakikate, iyiye, güzele düşman olmuş, yalın kılıç onun üzerine saldıran, insanların yollarını kesip onları sapıtmaya çalışan, azgınların, sapkınların, yol kesicilerin elinden kılıcı almak, onların şerlerini def etmek için savaşıyorum. Çılgın bir deli, elindeki kılıçla hem kendisine hem de başkalarına zarar vermeye başlamışsa, buna karşı ne yapılması gerekiyorsa ben onu yapıyorum. Ben, çılgınların, delilerin elinden kılıcı almak için savaşıyorum, cihad ediyorum. Ben sizleri helak olmaktan, ömrünüzü, dünyanızı, ahıretinizi boş yere heder etmekten kurtarmak için böyle savaş saflarını yarıyorum. Çünkü sizler bilgisizliğinizden, pervaneler gibi kendinizi ateşe atıyorsunuz, ben de sizi bu ateşten uzaklaştırmak için, çılgınca, elimle ayağımla sizi o tehlikeli yerden kovmaya çalışıyorum. Eğer bu savaşı ben değil de siz kazanmış olsaydınız, üst geldik diye çok sevinecek, bunu coşkuyla kutlayacaktınız ama, aslında o zaman kaybetmiş olacaktınız. Ben şimdi sizi yendim, bastırdım, zincirlere vurdum diye gülmüyorum. Ben sizi zorla, zincirlerle, bukağılarla cehennemin dayanılmaz ateşinden, kinle kararmış külhanından, ocağından, bacasından, çeke çeke cennetin ölümsüz ve eşsiz bahçelerine, güllük gülistanlıklarına, mutluluk yurduna doğru sürükleyip götürüyorum. Benim bütün bu iyi niyetli çabalarıma rağmen, hala sizin ‘Bizi niçin bu kötü ve tehlikeli yerden, o güven içindeki gül bahçelerine götürüyorsun?’ diye ağlayıp sızlanmalarınızı, bağırıp çağırmalarınızı, bana beddualar, hakaretler edişinizi görüyorum da onun için gülüyorum. Fakat siz, bu halinizle şimdilik benim neye güldüğümü, ne düşündüğümü ve ne dediğimi anlayamazsınız, buyurdu.

Esirler, işkenceyle öldürülmeyi beklerken, Peygamber Efendimiz ashabıyla da danışarak, onları fidye ödemeleri karşılığında serbest bırakmaya karar verdi. Fidye ödemeye gücü yetmeyenler ise, Medine’den on çocuğa okuma yazma öğreterek özgürlüğüne kavuşacaktı. Bu esirlerin hiç ummadıkları ve beklemedikleri bir karardı. Esirler arasında Peygamberin Amcası Abbas (RA) ile kuzenleri Akil ve Nevfel de vardı. Abbas bu karara çok sevindi ve:

-Ben tevbe ettim, bulunduğum halden döndüm, diyerek Müslüman olmaya karar verdiğini açıkladı. Hazreti Peygamber ona, kendisinin ve iki yeğeninin kurtuluş fidyelerini ödemesini teklif etti. Abbas bunun üzerine:

-Ama ben, yoksul bir adamım! Bir de bu fidyeleri ödeyecek olursan, artık ömrüm boyunca Kureyş’e el açıp dilenmek zorunda kalırım, diye itiraz etti.

Mustafa (SAV):

-Allah, senin Müslümanlık iddianı ispat etmeni, bunun için de delil göstermeni istiyor, buyurdu.

Abbas:

-Peki, nasıl bir delil gösterebilirim? diye sordu. Peygamber:

-Eğer gerçekten Müslüman olduysan, İslamlığın ve Müslümanlığın iyiliğini, güçlenmesini istemen gerekir. Öyleyse malından, mülkünden bu yolda harcamalısın, buyurdu. Abbas:

-Ey Allah’ın Elçisi, benim elimde neyim kaldı ki? Bu savaşta her şeyimi yağma ettiler, bana eski bir hasır bile bırakmadılar, dedi. Bunun üzerine Peygamber:

-Gördün mü bak! Hala düzelmemiş, değişmemişsin, hala eskiden olduğun gibisin! Ben sana, ne kadar malın mülkün olduğunu ve onları nerede sakladığını, kimlere emanet ettiğini, nereye gizleyip, nereye gömdüğünü söyleyeyim mi? buyurdu.

Abbas:

-Peki, buyur söyle, dedi. Peygamber:

-Malının şu kadarını falan duvarın dibine gömmedin mi? Bu kadarını annene bırakmadın mı? Ona: “Eğer dönersem, bunları bana teslim edersin; dönemezsem şu kadarını falanca iş için harcarsın; şu kadarını falana verirsin; şu kadarı da senin olur! diye etraflıca vasiyet etmedin mi?” diye saymaya başladı. Abbas bunları işitince, şehadet parmağını kaldırdı ve tam bir sadakatle iman getirerek:

-Ey Allah’ın Peygamberi! Ben bunları saklayıp gizlerken ve emanet ederken yanımda hiç kimse yoktu. Bunları hiç kimsenin bilmesi mümkün değil! Eğer bunları sana Allah haber vermeseydi, sen de bilemezdin. Gerçekten de şimdiye kadar ben, seninkini de eski krallarınki, Firavunlarınki, Nemrut’unki gibi sadece dünyevi bir ikbal, devlet ve saltanat sanıyordum. Artık, bu sözlerinle, bunun gizli, ilahi ve rabbani bir devlet olduğunu tam olarak anladım ve inandım, dedi. Mustafa (SAV):

-İşte şimdi bunu inanarak söyledin. İçindeki şüphe zünnarının koptuğunu ben de duydum. Sesi ta kulağıma kadar geldi. Benim, ruhumun içinde de gizli bir kulağım vardır. Her kim, şüphe, şirk ve inkar zünnarını parçalarsa, ben bu gizli kulakla o sesi duyarım ve koparken onun çıkardığı ses, benim ruhumdaki kulağıma erişir. Şimdi gerçekten doğruldun ve imana geldin, buyurdu.

Sonra Allah, Peygamberine eşirlere şu haberi vermesini emretti:

Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Yüce Allah kalplerinizde hayır bulunduğunu bilirse, sizden alınandan (kurtuluş fidyesinden) daha iyisini, daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. (Kur’an, 8. Sure (Enfal), Ayet:70)

Yani siz, önce askerler topladınız, sadece kendi mertliğinize, pehlivanlığınıza, kuvvet ve kudretinize güvendiniz. Kendi kendinize: Şöyle yapalım, böyle edelim, şu tedbire, bu çareye başvuralım. Müslümanları şöyle kıralım, böyle yok edelim! Diye planlar kurdunuz, hileler düzdünüz. Kendinizden daha güçlü bir Kudret Sahibi olduğunu göremiyor ve kendi kahrınızın üstünde bir Kahredici tanımıyordunuz. Bunca emeklerinizin, çalışıp çabalamalarınızın, harcamalarınızın, hilelerinizin, aldığınız bunca tedbirlerin sonu ne oldu? Hiç biri, bir işe yaramadı. Şimdi ümitsizlik ve korku içinde, çaresiz bekliyorsunuz. Ama yine de gerçek Kudret Sahibini görmüyor, hatanızdan dönüp tevbe etmiyorsunuz. Aslında kudretli ve şevketli olduğunuz zamanlarda da Allah’ı görüp tanımanız lazımdı. Başkalarına değil, Allah’a yenilmiş olduğunuzu bilin de işleriniz kolaylaşsın. Eğer eski sapık dininizden döner, Allah’a yönelirseniz, Allah sizi korkularınızdan kurtarır, yağma edilen, ziyan olan mallarınızın yerine de daha fazlasını ve daha iyisini size verir. Sizi bağışlar, size acır, yarlığar, ahiret saadetinizi, dünya saadetinize yaklaştırır. Korktuğunuz zamanlarda da Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz. Allah’ın, sizi bu korktuklarınızdan kurtarmaya ve size güven vermeye de kudreti vardır. Çünkü Allah, ‘Geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir (Kur’an, 35. Sure (Fatır) Ayet:13)’, ‘Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır, ölüp gitmiş yeryüzünü yeniden canlandırır (Kur’an, 30. Sure (Rûm) Ayet:19). Esir bulunduğunuz şu halde de Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğundan ümidinizi kesmeyin ki, O da sizin elinizden tutsun. ‘Çünkü kafir olanlardan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez (Kur’an, 12. Sure (Yusuf) Ayet:87).’

Ahmet (SAV), toplumlar yeryüzünde rahatça, korkusuzca ‘Ya Rab!’ diyebilsinler, yalnız Allah’a yönelip, O’na kulluk edebilsinler diye dünyada nice putlar kırdı. Eğer Ahmet’in ve ashabının çalışmaları olmasaydı, bugün bizler de eski atalarımız gibi puta tapar olacaktık. Ahmet’in (SAV) ve onun izinde gidenlerin üzerimizdeki haklarını iyi bilmeli, peygamberimize, onun ailesine, ashabına ve kıyamete kadar izinde gidenlere bol bol dualar etmeli, salat ve selamlar getirmeli, minnet ve şükran duyguları içinde olmalıyız. Çünkü onların, bütün âlemdekilere hakları geçmiştir. Hem de nasıl hak? Atalarımız, dedelerimiz ve dolayısıyla bizler hepimiz, puta, taşa, toprağa tapmaktan onların çalışmaları sayesinde kurtulduk. Ulaştığımız bunca nimetler ve daha fazlasını umageldiğimiz din ve dünya selameti, hep Mustafa’nın (SAV) ve arkadaşlarının çalışmaları sayesinde, Müslümanlığı yayma uğrunda canlarıyla oynamaları yüzünden bize ulaşmıştır. Başımız bunun şükrünü bilelim diye puta secde etmekten kurtuldu. Puta tapmakdan kurtulmanın şükrünü her zaman bilir ve söylersek Allah, bizi başka putlara ve özellikle kendi içimizdeki batın putuna tapmaktan, ‘kendine tapar olmaktan’ da kurtarır. Putlara tapmakdan başın kurtulduğu gibi, gönlünü de kurtarmaya, gönlündeki putları da kırmaya bak! Sen bu dini bedava, babadan anadan miras olarak bulduğun için, onun kıymetini bilmiyor, başını şükretmekten çeviriyorsun! Mirasyedi mal kadrini ne bilsin?

Hazreti Peygamber’in Mekke’yi ve başka yerleri fethetmek istemesi, dünya mülkünü ve saltanatını sevdiği için değildi. Allah’ın kendi has kullarının gözüne çektiği o sürme, ne sürmedir ki can, yüzlerce perdenin ardındaki gerçeği ve doğru yolu görür. Kainatın Ulusu’nun gözü de, sonu görmeyle eş olmuştu. Bu yüzden o, cihanı, leş olarak gördü: ‘Dünya murdar bir leştir. Onu dileyenler de köpeklerdir.’ buyurdu. Dünyayı murdar bir leş ve cife olarak vasıflandıran Peygamber, nasıl olur da dünya sevgisiyle itham edilebilir? Halbuki o, Miraç’ta bile yedi göğün hazinelerine karşı hem gözünü yummuş, hem de gönlünü kapamıştı. Onu görmek için yedi kat gök, uçtan uca hurilerle, meleklerle dolmuştu. Hepsi kendilerini, onun için bezeyip süslemişlerdi. Fakat onda sevgiliye aşktan, sevgiliye meyil ve muhabbetten başka bir hiçbir arzu ve istek yoktu. O, Allah katında öyle bir sevgiye, öyle güzel bir kabule, öyle bir makama yükselmişti ki, bu dereceye ve makama hiçbir Hak ehli yol bulamaz. O, Allah katındaki derecesini, ‘Bizim makamımıza ne bir şeriat sahibi peygamber erişebilir, ne melek, hatta ne ruh’ diye anlatmıştır. O Miraç’ta, ‘Göz görmesi gerekenden başkasına şaşmadı, meyletmedi ve sınırı aşmadı (Kur’an, 53. Sure (Necm), Ayet:17) ” sırrına mahzar olmuştu. O, bağ bahçe sarhoşu değil, alemi renk renk boyayan Allah aşkının sarhoşuydu.

Göklerin, akılların hazineleri bile Peygamberin gözüne bir çöp kadar ehemmiyetsiz görünürse, artık Mekke, Şam, Irak ne oluyor ki, onlar için savaşsın, onlara iştiyak çeksin! Ancak gönlü kötü olan, onun işlerini kendi bilgisizliğine, kendi hırsına göre mukayese eden kişi, onun hakkında böyle bir şüpheye düşer. Sarı veya mavi bir camın arkasından bakan, elbette güneşin nurunu da sarı veya mavi görür.

Hazreti Peygamber çok mümkün olduğu halde asla lüks ve saltanat içinde, zevk ve safa dolu bir hayat sürmedi. Böyle bir yaşamı hiç istemedi, gönlünde istek de duymadı. Tam tersine: ‘Fakirlik benim övüncümdür’ diyerek, çok mütevazı ve yoksul bir yaşam sürmeyi tercih etti. Eline geçeni geçeni hiç bekletmez, hemen yoksullara, ihtiyaç sahiplerine dağıtır, Allah yolunda harcardı. Bu yüzden öldüğü zaman ardında, mal mülk, servet, altın, gümüş, elbiseler, hanlar, hamamlar, köşkler, saraylar araziler, arsalar gibi hiçbir miras bırakmadı. Hazreti Peygamber, tatlı canını verdiği gün, altında içi hurma ağacı lifleriyle doldurulmuş bir yatak vardı. Öyle ki, o lifler, Peygamberin mübarek yanaklarında iz bırakmıştı. Başucunda da ağaçtan yapılmış bir kase vardı. Hastalığı nedeniyle ateşi yükseldiğinde, elini o kaseye batırıp alnına sürüyor, göğsüne su döküyor, böylece serinlemeye çalışıyor ve: ‘Ey Rabbim! Beni ölümün dehşetine ve onun hoşa gitmeyen şeylerine karşı koru!’ diyerek dua ediyordu. Peygamber (SAV), bu dünyadan göçtüğü gün, eşi Ayşe (RA), onun için: ‘Ey tahtlarda değil, hasırlar üstünde uyuyan! Ey ipekli ve değerli kumaşlardan elbiseler giymeyen! Ey arpa ekmeğinden bile doyasıya yemeyen!’ diyerek ağlıyordu.

Hazreti Ömer de, peygamberimizin vefatının ardından ağlarken onun tevazuunu şöyle anlatıyordu: ‘Anam babam sana feda olsun Yâ Rasûlallah! Eğer sen, sadece emsalinle oturup kalkacak olsaydın, hiç birimiz senin şerefli sohbetinle müşerref olamaz, senin yanında oturamazdık. Eğer emsalinden başkasıyla evlenmeyecek olsaydın, bizlerden kız alıp evlenmezdin. Eğer emsalinden başkası ile yiyip içmeyecek olsaydın, bizimle aynı sofrada oturup, yiyip içmezdin. Halbuki Allah’a yemin ederim ki sen, bizimle beraber oturup kalktın, yedin içtin, bizimle hem sohbet ettin, hem şakalaştın, hem de bizlerden kız alıp evlendin. Tevazuundan kalın ve kaba kumaşlardan elbiseler giydin, merkebe bindin, başkasıyla aynı bineğe binip terkine ve arkana adam aldın, toprak üstünde, yerde oturdun. (İhyâu Ulumi’d’dîn, İmamı Gazali, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1974, C I, s. 895-896).

O’na benzer ne gelmiştir, ne de gelecek! O, bu yüzden son peygamber olmuştur. Hani, sanatında son derece ileri gitmiş bir üstat ortaya çıkınca, ona “Bu sanat, sende bitmiştir!” denmez mi? Ey peygamber, mühürleri kaldırmakta, kapalı kapıları açmaktasın, hatemsin (bu işin son mührüsün), bu iş seninle ve sende bitmiştir. Can bağışlayanlar aleminde bir Hatem’sin sen! Hasılı mühürleri kaldırma ve kapıları açmada, Muhammed’in işaretleri, tamamıyla açıklık içinde açıklıktır, açıklık içinde açıklık.

Peygamberlerden kalan mühürleri, Ahmed’in dini hürmetine kaldırdılar. Açılmamış kilitler vardı; onlar, ‘İnna Fetahnâleke’ ‘Biz sana apaçık bir fetih ve zafer yolu açtık!’ (Kur’an, 48. Sûre (Fetih), Ayet:1) eliyle açıldı. O, bu dünyada da şefaatçıdır, o dünyada da. Bu dünyada insanı dine götürür, o dünyada cennetlere. Allah ona, bu dünyada ‘Sen onlara yol göster!’ der; o dünyada ‘Sen onlara ay gibi yüzünü göster’ der.

Birisi dedi ki: ‘Niçin minarede yalnız Allah’ı senâ etmeyip, Muhammedi de anıyorlar? Ona dediler ki: ’Muhammed’in övülmesi de, Allahın senâsı değil midir? Meselâ bir adam: ‘Allah, padişaha ve benim padişaha yol bulmama vasıta olana veya onun adını, sıfatlarını bana öğretene uzun ömürler versin!” diye dua etse, bu duasıyla aslında padişahı methetmiş olmaz mı?

Bütün bağışlar, bütün ihsanlar ilk önce Hazreti Muhammed’in üzerine döküldü. Ondan başkalarına dağıldı. Her namazda, diz üstüne oturulduğunda okunan duada belirtildiği gibi, Yüce Allah ona: ‘Ey Allah’ın Elçisi, sana selam olsun! Allah’ın rahmeti, bereketi senin üzerine olsun!”, yani Ben, bütün nimetlerimi ihsanlarımı senin üzerine saçtım buyurduğunda; o herkesi de düşünerek:”Ya Rabbi! Salih kullarının üzerine de olsun!” demişti.

Hakk’ın yolu çok korkulu, kapalı, engellerle ve karlarla örtülü idi. İlk önce canını tehlikeye atıp atını süren ve yolu yarıp geçen o oldu. Herkesin bu yolda gidebilmesi, onun yol göstermesi ve irşadı sayesinde oldu. Yolu ilk defa o bulmuş ve her yere; şu tarafa gitmeyiniz, helak olursunuz, Ad ve Semud kavimleri gibi yok olursunuz. Müminlerin gittiği bu taraftan gidecek olursanız kurtulursunuz, diyerek herkesi uyarmıştır. Kur’an’da da ‘Orada apaçık işaretler…(Kur’an, Sure:3 (Âl-i İmran), Ayet:97) buyurulduğu gibi, insanlar yanlış yollara sapmasınlar diye, yollara da yer yer alametler, işaretler koymuştur. Bu yüzden, yollarda dikili bu belliliklerden, işaretlerden, kazıklardan herhangi birini kesmek isteyene, müminlerin hepsi birden: ‘Bizim yolumuzu yıkıyorsun, yokluğumuza çalışıyorsun, yoksa sen yol kesici misin? diye ölümüne de olsa mani olmaya çalışırlar. İşte bunun için, sen de Hazreti Muhammed’i önder bil. Hiçbir şey, ilk önce Hazreti Muhammed’e gelmeden bize gelmez.

Mustafa’nın nurunun cilasıyla yüz binlerce çeşit karanlık ışık kesildi. O ulu er yüzünden Yahudilerin, Allah’a şirk koşanların, Hıristiyanların, Mecusilerin hepsi bir renge boyandılar. Yüzbinlerce kısa ve uzun gölgeler, o sır denizinin nurunda bir oldular. Ne uzunluk kaldı, ne kısalık, ne de genişlik. Çeşit çeşit gölgeler, güneşe rehin oldu.

İşte bak! Hükümdarların, kralların, paralar üstündeki adları, resimleri hep değişir durur. Ama bir de Ahmet’in (SAV) damgasına bak, nasıl da durdukça duruyor. Haydi, bu güneş gibi apaçık mucizeyi mucizeden sayma! O zaman, adı Ümm’ül Kitab (Kitapların anası) olan şu yüz dilli Kitabı (Kur’an) gör! Kimsenin, ondan bir harf çalmaya, yahut ona bir harf katmaya gücü yetiyor mu?

İnsanların en güler yüzlüsü, en hoş sözlüsü, en hoşgörülüsü olan Hazreti Muhammedin yüzünde bir yıldızdır parladı, artık kafirlerin, çıfıtların gevherleri yok olup gitti. İmana erişenler eman buldu, imana gelmeyenlerin akılları şaştı, şüpheler tereddütler, karanlıklar içinde kalalkaldılar. Artık o, önce gelenlerin halis küfürleri ve inkarları kalmadı, onun yerini ya Müslümanlık tuttu, ya da korku…

Bu heybet ve korku halktan değil, Hak’dandır. Bir kişi, Hakk’dan korkup takvâ yolunu tuttu mu, cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar. Ama korkanın gönlünü yatıştırırlar, onu emin ederler. ‘Korkmayın!’ sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir ve bu yemek, tam onlara layıktır. Öte yandan, korkusu olmayana nasıl ‘Korkma!’ dersin? Niye ona ders veriyorsun? O derse muhtaç değil ki!

Bizim inancımızda hiçbir kafiri hor görmek yoktur. Belki, o da sonunda müslüman olabilir ve müslüman olarak ölebilir. Ömrünün sonundan ne haberin var ki, ondan tamamıyla yüzünü çeviriyorsun!

Hazreti Peygamber, insanların en hoşgörülüsü ve en merhametlisiydi. Allah onu Kur’an’da: “Andolsun ki size içinizden, sizin sıkıntıya düşmeniz kendisine çok ağır gelen, size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve merhametli olan bir peygamber gelmiştir. Kur’an, 9. Sûre (Tevbe), Âyet:128)” diye tanıtır. Peki, öyleyse savaşmak ve baş kesmek nedir ve nedendir?

Savaş, akılsızlıklarından, cahilliklerinden, Hakka, hakikate, iyiye, güzele düşman olmuş, yalın kılıç onun üzerine saldıran, insanların yollarını kesip onları sapıtmaya çalışan, azgınların, sapkınların, yol kesicilerin elinden kılıcı almak, onların şerlerini def etmek için farz kılınmıştır. Çılgın bir deli, elindeki kılıçla hem kendine hem de başkalarına zarar vermeye çalışıyorsa, onun elinden ne pahasına olursa olsan o kılıcı almak gerekir. Yoksa sonuç, herkes için felaket olur. Baş kesmek, insanı hep kötülüğe teşvik eden nefsi öldürmek, nefsin dediklerini terk etmek demektir. Bu da esasında, öldürülmekten kurtulsun diye akrebin iğnesini çıkarmak gibi bir şeydir. Bir yandan evi yıkar, yerle bir eder ama, bir yandan da onu daha mamur hale getirir. Bir bedenden bir baş kesti mi, yerine derhal yüz binlerce baş ortaya çıkarır.

Allah, cihadı ve canilere kısas uygulanmasını emretmese, yahut ‘Kısasta hayat var! (Kur’an, 2. Sûre (Bakara), Âyet:179)’ demeseydi, Allah’ın yarattığı bir canı öldürmek, ona kendiliğinden kılıç vurmak kimin haddi olabilirdi? Vurmak hakikatte kötü huyadır. Kilim dövülmez, tozu dövülür. Gerçekte düşman olan da onun eti, derisi değil, ondaki kötü niyetler, kötü duygu ve düşüncelerdir. Bak, bu alemde, meclis de var, zindan da. Her ikisi de lazım. Meclis ihsan sahibi olana, zindan da ham kişiye…

Deşilmesi gereken yarayı, mutlaka deşmek gerekir. Deşilmesi gereken yarayı üzerine merhem koyarak tedavi etmeye kalkarsan, bunu başaramaz, hatta yarayı daha da derinleştirmiş, irini, pisliği kökleştirmiş olursun. En sonunda iltihap, yara kabuğunun altındaki eti yer bitirir. Senin koyduğun merhemin o yaraya bir parçacık yararı olsa bile, elli tane de zararı olur.

Bazıları bir katilin hayatını söz konusu edip kısası hoş görmezler, sadece onun hayatına bakarlar, ama kısas korkusuyla böyle bir iş yapmaktan çekinecek nicelerinin de bulunduğunu, böylece yüz binlerce masumun hayatının kurtalacağını düşünmezler. Gerektiğinde tek bir insan için, bütün hayvanların, tek bir akıllı kişi için de bütün akılsız insanların feda edilebilmesi, öldürülebilmesi doğru bulunur. Örneğin; insandan kaçan vahşi hayvanların hepsi, ehli hayvanlara nispetle aşağılık kabul edilir. Bu yüzden vahşi hayvanların kanını dökmek, yani onları öldürmek mübah sayılmıştır. Çünkü onlar, yüce akıldan kaçmaktadırlar. Akılları yoktur. Faydaları umulmaz, zararlarından korkulur. Sırf insanın emrine uymadıkları için, vahşi hayvanların yüceliği bu dereceye düşmüştür. Şu halde ey garip adam! Aslandan kaçan yaban eşeklerine benzersen, senin ne değerin, ne şerefin kalır ki? Ehlileştirilmiş eşek, işe yaradığı için öldürülmez. Fakat yaban eşeğinin kanı mübah sayılır. Kendisini kötülükten koruyan, iyiliğe sevk eden aklı ve bilgisi olmadığı halde; eşek bile mazur tutulmuyor. Peki akıl ve fikir sahibi insan, o nefesten, yani peygamberlerin ve Allah dostlarının öğütlerinden kaçar, vahşileşirse nasıl mazur olur? İşte bu yüzden, oklar ve süngüler önünde kafirlerin kanları mübah olmuştur. Bunun sebebi, onların işe yaramaktan uzak, zararlı varlıklar haline gelmeleridir. Çünkü akılları yoktur, merdut ve aşağılık kişilerdir. Bir akıl, aklın aklından kaçarsa, artık o akıllılar tayfasından, vahşi hayvanlar zümresine inmiştir.

Öte yandan; renklerin asılları renksizlik, savaşların aslı da barışlardır. Bu gamlarla dolu olan bucağın aslı, o âlemdir. Her ayrılığın aslı buluşmadır. Savaşlara, bak! O savaşlar, barışların asıllarıdır. Allah yolunda savaşan Peygamberler gibi hani… Onlar, iki cihanda da üstündürler. Bu üstünlüğü, diller anlatamaz ki…

Arkası Allah olan, nasıl güçlü, kuvvetli ve üstün olmaz? Bu yüzden, bütün peygamberler, çok gözü pek insanlardı. Tek başlarına ve yalnız birer süvari iken bile, en büyük sultanların, hükümdarların, en güçlü ordularına saldırmaktan çekinmemişler, dahası onları ezebilmişler ve bozabilmişlerdir. Hiç bir şeyden korkmamışlar, hiçbir şeyin gamını ve tasasını çekmemişler; hiçbir tehlikeden ve zorluktan yüz çevirmemişler, tek başlarına bütün dünyaya meydan okuyup, yenilmez sanılan düşmanlarını mağlup etmişlerdir. Bizim dinimizde de iş, savaştadır. İsa dininde ise mağaraya, dağa çekilip ibadette. Yiğitlik, savaşta belli olur. Peygamberimiz, aynı zamanda kılıçla gönderildi, ümmeti de saflar yaran er bir ümmet oldu.

Yüce Allah: ‘Andolsun soluya soluya, harıl harıl koşanlara! Nallarıyla (taşlardan) kıvılcımlar saçanlara! Ansızın sabah çağı erkenden düşmanı basanlara! Tozu dumana katanlara! Düşman topluluğunun ta ortasına dalanlara! (Sure:100 (Adiyat), Ayet: 1- 5), ayetleriyle, halis bir niyet, gerçek bir istek, tam bir olgunluk, ateş gibi bir yürüyüş, son haddinde bir aşk, güçlerinin son kertesine kadar harcanan emek, çaba ve gayretle, hakkın, iyinin, doğrunun, güzelin üstünlüğü ve tüm insanlığın mutluluğu için çalışan bu ümmeti övüyor.

Müminlerin alt oluşunda bile, ayrı bir güzellik vardır. Misk ve amberle dolu bir şişe kırıldığında, her taraf güzel kokularla dolar. Fakat ansızın bir eşek tezeğinin üstüne basılıp dağıtıldığında etraf baştanbaşa pis kokularla dolar. Hazreti Peygamber de yaptığı savaşlarda birkaç kez mağlup oldu, ama onun mağlup oluşu, diğerlerininki gibi çirkince, alçakça değildi. Hepsinde de hikmetler ve ümmeti için dersler gizliydi. İyi bahtı, ona o bozgunlarda, o mağlubiyetlerde bile el altından gizlice yüzlerce neşe veriyordu. Hatta o, hiç de mağluba benzemiyordu. Bu yenilgilerden dolayı ne gamı vardı, ne de başkaları gibi keder ve üzüntü duyuyordu.

Tam bir iman ve inanç sahibiysen bilirsin ki, Allah asla ihmal etmez, ama imhal eder (mühlet verir). Bu yüzden O’nun feyzine geç mahzar olsan bile, gam yeme! Allah’ın rahmeti geç erişse de adamakıllı erişir, seni bir an bile huzurundan ayırmaz, her an seninledir. ‘Mâ rameyte iz rameyte’ yi iyi bil! ‘Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı (Kur’an, 8. Sûre (Enfal), Ayet:17).’ Canın nesi varsa, canlar canındandır.

Peygamber, perişan bir halde Hudeybiye’den dönerken, ‘İnna fetahnâ’ ‘Biz sana apaçık bir fetih ve zafer yolu açtık!’ (Kur’an, 48. Sûre (Fetih), Ayet:1) devletinin davulu çalınıyordu.

Kur’anın zahirine bakan müfessirler, “Allah’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün zaman, Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile! Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir. (Kur’an, Sure:110 (Nasr), Ayet:1-3)” ayetlerini söyle tefsir ederler: Mustafa (SAV), bütün dünyanın Müslüman olması, Hakk yoluna girmesi’ için canla başla çalıştı. Büyük sıkıntılara, zorluklara, acı ve üzüntülere katlandı. Fakat ölümünün yaklaştığını anlayınca: ‘Bu iş benim beklediğim ve arzu ettiğim sonuca henüz ulaşmadı. Daha dünya halkının çoğunu davet edemedim.’ diye düşünerek üzüntü duydu. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayetlerle ona buyurdu ki: ‘Üzülme! Sen bu dünyadan göçüp gittikten sonra da, senin ordularla ve kılıç kuvveti ile aldığın yererin kat kat fazlasını, sana ordusuz itaat ettirir ve iman bağlattırırım. Halkın bölük bölük Müslüman olduğunu gördüğün zaman, bu senin davetinin kemal bulduğuna delalet eder. Allah’ı tesbih et ve O’ndan günahlarını bağışlamasını dile! Çünkü bu, senin oraya göç etmenin zamanı geldiğine bir işarettir.’

Muhakkikler ise bu ayetleri şöyle tefsir ediyorlar: ‘İnsan, kötü vasıflarını kendi ameli ve gayreti sayesinde atabileceğini, temizleyebileceğini zanneder. Bunun için çok çalışıp çabalar ve bütün gücünü, kuvvetini, imkanlarını seve seve harcar. Fakat sonunda ümidini keser. İşte o zaman Yüce Allah ona buyurur ki: ‘Sen bu işin, senin gücün kuvvetin, amelin ve çalışıp çabalamanla olabileceğini sanıyordun. Bu benim koyduğum bir kaidedir. Yani, sen bizim bağışlamamızın sana ulaşması için neyin var, neyin yoksa yolumuzda feda etmelisin. Senin bu zayıf ayaklarla dolaşıp bitiremeyeceğini bildiğimiz halde, sana bu sonsuz yolda, bu zayıf ayakların ve ellerinle dolaşmanı emrediyoruz. Sen hatta yüz bin yılda bile, bu yolda bir tek menzile ulaşamayacaksın. Fakat bu yolda yürürken elden ayaktan düşer ve artık yürümeye takatin kalmazsa, o zaman Allah’ın inayeti, senin elinden tutar. Mesela meme emen bir çocuğun elinden tutarlar ve büyüyünce de yürümesi için onu kendi başına bırakırlar. İşte şimdi senin gücün tükendi. Bu güce, kuvvete sahipken ve mücahedede bulunurken ara sıra, uyku ile uyanıklık arasında, sana lutfumuzu gösterirdik, sen de bunun vasıtasıyla bizi talepte kuvvet bulup ümitlenirdin. Şimdi alet kalmadığı halde, bizim lutuflarımıza, inayetlerimize bak ki sana doğru nasıl akın akın geliyorlar. Yüzbin kere çalışıp çabalamana rağmen bunun bir zerresini görememiştin. İşte bunun için, artık Rabbini överek şanını yücelt! Yarlığanma dile! (Sure:110, Ayet:3) Sen, o işin senin elinden ayağından geleceğini sanır, bunun bizim elimizde olduğunu görmezdin. Bu düşüncen ve zannından dolayı Allah’tan affını dile. Madem ki, bunların hepsinin bizden olduğunu gördün, tevbe et, af dile!

Sevgiliyi görmek, Âb-ı Hayat içmektir. Görülmesi ölümü gidermeyen sevgili, gerçek sevgili değildir. Böyle sahte sevgili, meyvesi ve yaprağı olmayan ağaca benzer!

Genç adam! İman doğruluğunun nişanesi, o sırada ölsen bile sana ölümün hoş gelmesidir. A canım, eğer imanın böyle değilse, kamil iman değil demektir. Yürü dinini tamamlamaya savaş! Hangi işe girişirsin de, o işte, o yolda ölüm bile sana çok hoş gelirse sevdiğin iş, işte o iştir. Ölümün kötülüğü gitti mi, zaten artık o ölüm değildir, ölümün bir suretidir, bir göçmeden ibarettir. Ölümdeki kötülük gitti mi ölümde fayda var demektir. Gayri dosdoğru anlaşıldı ki, ölüm geçti gitti.

Ölümsüzlüğe ölümle ulaşılabildiği için, ölüm Allah dostlarına can gibi hoş ve dirilmekle bir gelir. Ölümün görünüşü ölüm, içyüzü diriliktir. Ölüm görünüşte bir son, hakikatte ise ebediliktir. Çocuğun ana rahminden dünyaya gelmesi onun için alıştığı bir yerden ayrılış ve bir göçmedir. Ama onun için dünyada yeni ve daha güzel bir hayat vardır. Eğer ecele doğru bir meylimiz, bir eğilimimiz ve aşkımız olmasaydı, bizim için, ‘Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın! (Kur’an, 2. Sure (Bakara) Ayet:195’ diye bir yasaklama olmazdı. Çünkü yasaklama, insana tatlı gelen bir şey için olur; zaten acı olan bir şey için, ayrıca bir yasaklama getirmeye gerek yoktur. Bir şeyin içi de, dışı da acı ve kötü olursa, bu acılık ve kötülük zaten başlı başına bir yasaklamadır. Allah yolunda ölenler için ise, ölüm çok tatlıdır. “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar, Rableri katında rızıklandırılmakta olan dirilerdir. Allah’ın lutuf ve kereminden kendilerine verdiği nimetlerle sevinç ve ferah içindedirler. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de, korkulacak ve keder edilecek hiçbir şey bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar (Kur’an, 3. Sure (Ali İmran), Ayet:169-170)’ ayeti Allah yolunda ölümün ne kadar tatlı olduğunu anlatır.

Bu alemde yaşamak, eğer bizim için bir ayrılık olmasaydı, öldüğümüz zaman ardımızdan ‘Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve biz O’na dönücüleriz (Kur’an, 2. Sure (Bakara), Ayet:156)’ ayeti okunmazdı. Ayrıldığı şehre tekrar dönüp gelen kişi için, ancak araya giren zaman ve mekan kaydından, ayrılıklardan kurtulması, ait olduğu ve varması gereken esas yere ulaşması, dönmesi söz konusudur.

1463 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir