YOKSUL BEDEVİ İLE KARISI

Eski zamanların birinde çok cömert bir halife vardı. İhsan ve adalet bayrağını yüceltmiş, dünyadan yoksulluk ve ihtiyacı kaldırmıştı. Cömertlikteki şöhreti bütün aleme yayılmıştı. Kapısı hacet kapısı gibiydi. Gelenlerin hiçbiri de eli boş dönmezdi. Dünyanın dört bir yanından, her ırktan ve her milletten ihtiyaç sahipleri akın akın kapısına gelirler, hepsi umduklarından çok daha fazlasına nail olurlar, onun cömertliği ve ihsanı karşısında şaşkına dönerlerdi. Rahmet bulutlarının ardından rahmet yağmurları yağınca, şu kara topraktan ibaret yeryüzü nasıl dirilir, topraktan nasıl sayısız nimetler fışkırırsa, onun cömertliğiyle de bütün alem öyle dirilmiş ve mutlu olmuştu. O halka in’am ve ihsanını artırdıkça, Allah da ona bu cömertliği artırarak sürdürmesine yetecek daha fazla imkanlar bahşediyordu.
O devirde çölde çok yoksul bir bedevi Arap ailesi de yaşıyordu. Bir gece bedevinin karısı kocasına sitem ve şikayetlerini hadden aşırarak dedi ki:
-Alemin ömrü hep hoşlukla, mutluluk ve refah içinde geçiyor. Bu dünyada bizden başka yoksulluk ve cefa çeken kalmadı. Ekmeğimiz yok! Katığımız desen dert ve gıpta yutkunmaktan ibaret! Su yerine göz yaşımızı içiyoruz! Gündüzün elbisemiz güneşin nuru, geceleyin döşek ve yorganımız ay ışığı. Açlıktan gökteki dolunayı bile okkalık ekmek sanarak gökyüzüne saldıracak hale geldik! Yoksullar bile bizim yoksulluğumuzdan, açlık ve sefaletimizden, gece gündüz bir lokma ekmek düşünüp durmamızdan, utanıp arlanıyorlar. Dost, akraba, konu komşu bütün insanlar bizden kaçar oldu. Tencerede kaynatmak için, birisinden bir avuç mercimek veya bakliyat isteyecek olsak: ‘Yeter artık, vere vere bıktık sizden! Geberemediniz gitti!’ diyorlar. Araplar, yiğitlikleriyle, cömertlikleriyle, almalarıyla değil, vermeleriyle övünür dururlar. Ya sen? Sen, ne biçim Arapsın? Sen, Araplar arasında, kitaplardaki kazınıp silinmesi gereken bir yanlış gibi duruyorsun. Hele yolunu şaşırıp bize bir misafir gelsin, gece uyuduğunda elbisesini soymazsam, ben de adam değilim! Gerçi hiç kimse aldanıp da bizim eve misafir olmaz ya neyse! Bir yerde on yıl kıtlık ve kuraklık olsa ne hale gelebileceklerini anlamak isteyen, bizim halimize baksın yeter!
Adamsa bir yandan alttan alıp karısının öfkesini yatıştırmaya çalışıyor, bir yandan da karısından, fakirliklerine sabır ve kanaat göstermesini istiyor, onu ikna için türlü diller döküyordu:
– Hanım, daha ne zamana kadar böyle para pul, mal mülk peşinde koşup duracaksın! Zaten şu yaşımıza gelmişiz. Ömrümüzün çoğu gitmiş azı kalmış. Akıllı kişi, aza çoğa bakmaz. Nihayet hepsini bırakıp gitmeyecek miyiz? Hepsi göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidecek. Bu alemdeki canlıların bir kısmı, varlık bolluk içinde, dersiz tasasız, bir kısmı da şöyle böyle geçinip gider. Bak, kuşlar akşam azıksız, rızıksız yuvalarında yatıyorlar, ertesi günü Allah yine bir yerlerden rızıklarını veriyor! Sivrisinekten file kadar bütün yaratıklar Allah’ın ailesidir, Allah da en güzel aile reisidir. Herkesin rızkını eksiksiz verir. Sana şimdi ne oldu böyle, anlamıyorum! Sen gençken daha kanaatkardın. Eskiden kendin altın gibiydin, şimdi tutmuş benden altın gümüş istiyorsun. Sen bizim eşimizsin. İşlerin başarılabilmesi için, eşlerin aynı huyda olmaları gerekir. Ayakkabının çiftlerine bak! İşte eşler de aynen ayakkabının çiftleri gibi birbirine uymalı, benzemelidir! Ayakkabının bir teki ayağa biraz dar gelse, diğeri de işe yaramaz! Kapı kanadının biri büyük, biri küçük olabilir mi? Ormandaki aslanla kurdun çift oldukları hiç görülmüş müdür? Ben sağlam bir yürekle kanaat yolunda gitmeye çalışıyorum, sen ise kınama yolunu tutuyorsun! Böyle olur mu? diye içtenlikle ve yüreği yanarak sabaha kadar karısına nasihatte bulundu. Ama bu nasihatler hiç bir işe yaramadı. Kadının bir kulağından girdi öbüründen çıktı. Kocasına:
-Sen kanaatten ne anlarsın? Kanaat tükenmez bir hazinedir ama, yeme, içme ve barınma ihtiyacı giderildikten sonra! Sen kanaatten sadece bir ad öğrenmişsin. Bir de karşıma geçmiş onunla bana caka yapıyor, çalım satıyorsun. Kibir çirkindir ama, dilencilerden olursa daha da çirkin! Senin boş efsunlarını, yalanlarını daha fazla dinleyemem! Makamından ve işinden yukarı söz söylemek, insana zarar verir. Bu tumturaklı sözleri bırak da kendi halini, vaziyetini gör de utan! Padişahlar, beyler, paşalar gibi üst perdeden konuşuyorsun ama, yoksulluktan havadaki sinekleri avlayacak, bir kemik parçası için köpeklerle dalaşacak haldesin! Bana eşim, yoldaşım deyip durma! Ben hilenin eşi değil, insafın eşiyim. Bana akıllılık taslama! Akılsızlık bile senin gibi insanı utandıracak bir akla sahip olmaktan daha iyidir, diyerek sert ve acı sözler söyledi. Adam dedi ki:
-Ey kadın, sen kadın mısın yoksa başıma dert misin, sıkıntı mısın ve keder misin? Yoksulluğumu ne başıma kakıp duruyorsun? Ben yoksulluğumla iftihar ediyorum. Mal ve para baştaki külah gibidir. Külaha muhtaç olanlar ve ona sığınanlar, kafası kel olanlardır. Sırma gibi güzel saçları olanın başından külahı gidecek olsa, bu ona ar değil, daha da hoş gelir! Nice zenginler vardır ki, içine battıkları ayıplar boylarını aşar ama, malları onların ayıplarını örter. Tamahkar kimseler, tamahları yüzünden onların ayıplarını görmezler. Yoksul, halis altın gibi değerli de olsa, maalesef kıymeti bilinmez, sözü dinlenmez. Maldan mülkten öte Cenab-ı Hakk, nice nimetler, rızklar, ululuklar yaratmıştır. Allah göstermesin, benim kimseye karşı tamahım yok! Gönlümde kanaatten bir alem var. Sen armut ağacı tepesinden baktığın için böyle yanlış görüyorsun. Aşağı in de, sende o şüphe kalmasın. Biraz dönecek olsan, başın döner, evi de dönüyor görürsün, halbuki dönen ev değil sensin! Herkes dünyaya kendi açısından bakar, kendi haline göre görür. Güneşe mavi cam arkasından bakarsan mavi, kızıl cam ardından bakarsan kızıl, yeşil cam ardından bakarsan yeşil ama renksiz berrak cam ardından bakarsan olduğu gibi görürsün. Ebû Cehil Hazreti Peygamberi gördü: ‘Haşimoğullarından ne çirkin bir adam çıkmış!’ dedi. Hazreti Peygamber ona: ‘Haddini aştın ama doğru söyledin!’ dedi. Sonra Ebubekir geldi ve :’Ey Allah’ın Rasûlü ne güzelsin! Doğusu batısı olmayan parlak bir güneş gibi, güzelliğin dünyayı aydınlatıyor!’ dedi. Peygamber ona da: ‘Aziz dostum, doğru söyledin! dedi. Orada bulunanlar: İki kişi geldi, ikisi de birbirine tamamen zıt şeyler söyledi. Ama sen ikisine de doğru söyledin, dedin. Bu neden?’ diye sordular. Peygamber: ‘Ben Allah’ın cilalanmış aynasıyım. Bana bakan kendini görür. Kendisi nasılsa beni de öyle görür!’ buyurdu. Beni tamahkar görüyorsun, benim kanaatkarlığımı tamaha benzetiyorsun ama benim ulaştığım kanaat nimetinin yanında tamah ne gezer. Ne olurdu, sen de, şu yoksulluktaki büyük zenginliği bir an olsun görebilseydin. Ama ne yapayım ki sende bunları anlayacak kabiliyet yok. Ey kadın kavgayı, bana darılıp hiddetlenmeyi, yersiz lakaplar takmayı bırak! Bırakmayacaksan beni bırak! Benim kavgayla işim yok. Susacaksan ne âlâ, yoksa hemen kalkar, evimi barkımı terk eder giderim! Bir daha da yüzümü göremezsin!
Kadın kocasını titiz ve hiddetli görünce ağlamaya başladı. Zaten ağlamak, kadının tuzağıdır.
-Ben senden bunu mu beklerdim? Benim senden başka kimim var? Ben senin karın değil, ayağının toprağıyım! Cismim, canım, neyim varsa hepsi senindir! Hüküm de senin, ferman da! Yoksulluk yüzünden sabrım tükendiyse, bu da kendim için değil, senin içindi. Sen bana dertli zamanlarımda deva, her zaman canımdan çok sevdiğim can yoldaşım oldun? Senin yoksul ve başkalarına muhtaç olmanı istemiyorum. Bütün ağlayıp inlemelerim senin içindi. Ama madem söylediklerim hoşuna gitmedi, ben de hepsini geri aldım, hepsinden tövbe ettim. Senden binlerce defa af diliyorum. Ne olur küstahlıklarımı, kusurlarımı affet! Artık senden başka, altın da umurumda değil, gümüş de. Canımda da sen varsın, gönlümde de! Canım sana bin kere feda olsun! Öyle olduğu halde, bu kadarcık bir şeyden dolayı benden ayrılmaya kalkıyorsun! İstersen ayrılabilirsin de! Senin şahane huyunu takdir edemeyip, huzurunda küstahlık ettiğim için kusurumu bağışla! Bundan sonra sana hiç karşı çıkmayacağım, hiç itiraz etmeyeceğim! Ey ahlakı yüz batman baldan daha tatlı ve güzel olan öfkeli adam! Bana ne istersen yap, ben her şeye dayanabilirim ama, senden ayrılmaya asla dayanamam! İstersen kılıcını ve kefenimi getireyim, boynumu da önüne uzatayım, vur boynumu, ama bir daha sakın ayrılıktan dem vurma! diye özürler beyan edip açık açık söylerken, kadına bir ağlamadır geldi. Hanımının hüngür hüngür ağlaması hadden aşınca, o gözyaşı yağmurundan çakan şimşekler ve yıldırımlar adamın gönlüne sıçrayıverdi ve nihayet adamın gönlüne ateş düştü.
Güzel yüzüne canlar verdiği, nazı, niyazı, istiğnasıyla yüreğini hoplatan sevgilisi gözünün önünde ağlamaya başlarsa insanın hali ne olur? Cevri ve cefası bize tuzak olan sevgilimiz, tutar özürler dilemeye, yalvarıp yakarmaya başlarsa, bu durumda ne mazeret bulabilir, ne söyleyebiliriz ki?
İblis; Âdem’e nice defalar masallar okudu ama, Havva ‘Ye!’ dedi de Âdem, Allah’ın yasakladığı meyveyi ondan sonra yedi. Âlemde zulümle dökülen ilk kan kadın yüzünden ve Kaabil’den çıktı. Kadının hilesine son yoktur.
Allah, kadını erkeğe munis olmak üzere yaratmış, karşılıklı olarak gönüllerini birbirine ısındırmıştır. Adem, Havva’dan ayrı kalmaya nasıl tahammül edebilir? İnsan, yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, Hazreti Hamza’yı bile geçse, yine de karısına esiri olmaktan kurtulamaz. Güzel sözlerinden bütün alemin mest ve sarhoş olduğu Hazreti Muhammed bile, zaman zaman eşi Hazreti Aişe’ye ‘Kellimni yâ Humeyrâ = Al yanaklım; konuş benimle!’ derdi.
Görünüşte su ateşten üstündür, çünkü su ateşi söndürebilir. Fakat su bir kaba konur altında ateş yakılırsa, ateş suyu fıkır fıkır kaynatır. İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu ateş, o suyu yok eder, buharlaştırıp uçurur, hava haline getirir. İste evlilik ve nikah kabına girdin mi, sen de kadın karşısında bir kaba konmuş ve altında ateş yakılmış suya dönersin. Görünüşte su ateşten nasıl üstünse, sen de kadından öyle üstünsün; fakat gerçekte ona mağlupsun, çünkü onu gönülden isteyip, seviyorsun!
Böyle bir özellik yalnızca insan oğlunda bulunur. Çünkü insanda sevgi vardır. Hayvanın ise sevgisi azdır. Bu da onun eksik olmasından ileri gelir. Peygamber dedi ki: ‘Kadınlar, akıllı ve bilgili kişilere, gönül ehli olanlara fazlasıyla galip olurlar, onların üzerinde daha fazla hakimiyet kurarlar. Fakat cahiller, kadına daha fazla galip gelir, üstünlük sağlarlar!’ Neden? Çünkü cahiller, sert ve kaba muameleli olurlar. Onlarda acıma, lutfetme, sevme azdır. Bu da onların tabiatlarında ve yaratılışlarında hayvanlık tarafının ağır basmasından ileri gelir. Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır. Hiddet ve şehvetse hayvanlık vasfıdır.
O bedevi de karısının çok üzüldüğünü görünce, söylediklerine pişman oldu. Karısından özürler diledi.
-Peki, özrünü kabul ettim, ayrılıktan da vazgeçtim. Öfkeyle söylediğim kırıcı söylerden dolayı da senden af diliyorum. Artık, hüküm senin, sen ne dersen, ben onu yapacağım! İster iyi, ister kötü olsun, benden istediğine uyacağım. Çünkü seni seviyorum! Sevgi insanı kör ve sağır eder! dedi.
Kadın önce, kocasının kendisini sınadığını zannetti.
-Sahiden beni seviyor musun, yoksa hile ile sırrımı mı öğrenmek istiyorsun? diye sordu. Adam dedi ki:
– Bütün gizli sırları bilen, yerlere göklere, hatta Arşa sığmadığı halde, mümin kulunun gönlüne sığan, huzuruna varacağım Yüce Allah’a yemin ederim ki, seni seviyorum! Gönlündeki sır, düşünce neyse, onu benden saklama! Elimden gelen, gücümün yettiği her şeyi, senin için yapmaya çalışacağım!
Kadın kocasına istediği şeyi yaptırabileceğini anlayınca, aklından geçen düşünceyi ona da açtı:
-Allah’ın halifesi, yeryüzündeki vekili Bağdat’ta bir güneş gibi doğdu. Adalet ve ihsanıyla bütün dünyayı aydınlatıyor. O padişaha ulaşır, halimizi arz edersen, biz de padişahlar gibi rahat yaşamaya başlarız. Daha ne zamana kadar ikbal sahibi olmayan, çulsuzlarla düşüp kalkacaksın? İkbal sahibine git ki, sen de ikbale erenlerden olasın! dedi.
Kocası:
– Ama ben padişahın huzuruna nasıl kabul olunurum? Bir bahanesiz onun yanına nasıl girebilirim? Buna bir münasebet, bir vesile gerek! Aletsiz sanat icra edilebilir mi? İnsan, davet edilmediği, çağırılmadığı yere gidebilir mi? Allah, insanları peygamberleri vasıtasıyla kendi yoluna çağırdığı için, onlar da utanmadan, sıkılmadan O’nun yoluna, kapısına yönelebiliyorlar. Allah bile Peygamberine bizim için: ‘Geliniz, buyurunuz!’ Kur’an-ı Kerim, 2. Sure (Al-i İmran), Ayet:64, 6. Sure (En’am), Ayet:151)’ demesini buyurdu da, bu davetle utanıp sıkılmamızı giderdi. Yoksa biz kim oluyoruz da, bunca eksiğimiz ve kusurumuzla O’na yönelebilecektik! Kadın:
– Kerem sahibi padişah, halkın arasına çıkıp kendini gösterdiğinde, aletsizlik onun katında aletin ta kendisi, vesileden mahrum oluş da, vesilenin ta kendisi olur, dedi. Adam:
– Tamam ama yine de, benim halime sadece sözden ibaret olmayacak bir şahit, bir delil lazım ki, padişah benim durumumu ben anlatmadan anlayabilsin, halime acısın, merhamet etsin! Müflisin müflisliğini ispat için bile delil isterler! diye cevap verdi.
Kadın:
-Sen delil, şahit aramayı boş ver! Bak, bu testimizde yağmur suyumuz var. Onu al, padişahlar padişahına armağan olarak götür. De ki: ‘Bizim bundan başka hiçbir malımız mülkümüz yok. Çölde de bundan iyi su yoktur. Padişahın hazinesinde her şey bulunsa da, böyle su her yerde bulunmaz’ dedi.
Arap, karısının bu fikrini pek beğendi:
-Evet hanım haklısın! Doğrusu bu çok güzel, tam padişahlara layık bir armağan! Kimin böyle bir hediyesi var ki? Çölde değil, dünyada bile bundan güzel su yoktur. Onlar hep acı, tuzlu su içmekten hasta olmuşlardır, dedi.
Adam da, kadın da orada Bağdat’ın ortasından şeker gibi Dicle Nehri’nin aktığını bilmiyorlardı. Bedevi ile karısı, testideki suyun dökülmemesi ve içine dışarıdan herhangi bir pislik girmemesi için testinin ağzını ve lülesini kapattılar, bir keçeye güzelce sarıp, açılmasın diye diktiler.
O testi ve içindeki su neye benzer? Bizim toprak bedenimize ve canımıza! Acılarımızla, hislerimizle, duygu ve düşüncelerimizle dolu şu cismimize! Beş duyu organımız da bu testinin lülelerine… Topraktan yapılmış, bir gün yine toprak olacak ve hiçbir işe yaramaz hale gelecek bu değersiz testiye çok bonkör ve çok eli açık bir müşterisi çıkmış. Üstelik bu değersiz malımıza, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akıllardan hayallerden geçmeyen büyük fiyatlar, ödüller, bedeller, karşılıklar, cennetler ödeyeceğini söylüyor. Diyor ki: ‘Allah, cennet karşılığında müminlerden mallarını ve canlarını satın alır’ (Kur’anı Kerim, 9. Sure (Tevbe), Ayet:111). Ama bizden bu testiyi ve içindeki suyu, temiz ve pak olarak O’na götürmemiz isteniyor. Beş duyu organımızla, beş lüleli bir testiye benzeyen bu vücut testisinin lülelerini kötülüklere, pisliklere, heva ve hevese kapayıp öyle doldurmak, armağanı gideceği yere tertemiz götürmek gerekiyor. Bu armağanı Yüce Yaratıcı’ya tertemiz götürenlerin testilerinin sularıyla, Allah’ın fazlından, lutuf ve kereminden yüzlerce dünya dolar.
Adam armağanı ile gururlanarak yola koyuldu. Gece gündüz yürüyüp çölleri aşarken, aman testiye bir zarar gelmesin, aman onu hırsızlara kaptırmayayım diye, korkusundan tir tir titriyordu. Kadın da evde seccadesini sermiş, namaz kılıp, dua ediyor:
-Yarabbi, suyumuzu bayağı kişilerden koru! O inciyi sağ salim o denize ulaştır! Testimiz, yere düşürülüp parçalanmadan, taşa çarpılıp kırılmadan, içindeki değerli hazinemiz dökülüp saçılmadan, ziyan olmadan, hırsızlar onu kocamdan kapıp kaçırmadan yerine varsın! Gerçi kocam, çok uyanık, tedbirli, becerikli bir adamdır ama, değerli şeylerin de binlerce düşmanı vardır! diyerek, gözlerinden yaşlar döküp ağlayarak, Allah’a yalvarıyordu.
Sonunda Arap, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra hilafet başkentine ulaştı. Orada bir kapıya vardı ki, sayısız ve eşsiz nimetlerle dolu! Güneş gibi, yağmur gibi, hiç ayırıma tabi tutulmadan herkes bu nimetlerden yararlanıyor. Herkes ihsanlara, nimetlere, hilatlere boğulmuş. Kimin neye ihtiyacı varsa ve ne isterse asla esirgenmiyor. Kimileri alacağını almış, kimileri de sırasını bekliyor. Süleyman’dan karıncaya kadar herkes sevinç ve mutluluk içinde. Kapıdan isteklilere sürekli davet yapılıyor.
Diğer ihtiyaç sahipleri gibi, Bedevi’ye de kapıyı açtılar. Yoksullar cömertliği aradığı gibi, cömertlik de yoksulları arar. Çünkü cömertlik muhtaçlara ihsandan doğar. Güzeller, yüzlerine bakıp daha da güzelleşmek için nasıl aynayı ararlarsa, ayna da aynalığını yapabilmek için ona bakacak güzelleri arar. Allah da sonsuz cömertliğini, benzersiz ve sınırsız ihsanını gerçek yoksullarda, ihtiyaç sahiplerinde gösterir. Ama bunun için yalnız Allah’ı arayan, Allah yoksulu olmak lazımdır. Ekmek yoksulu ve lokma fakiri olanlar, gerçek yoksullar değildir. Onlar aslında hiçbir şey yiyip içmeleri mümkün olmayan, cansız yoksul resimleridirler. Cansız resmin önüne en güzel yemeklerden tabaklarla koysan bile bir şey yiyemez!
İşleri, istetmeden ihsan etmek olan hizmetkarlar, bedeviyi karşılayıp, ona lütuf üstüne lütuf gösterdiler. O daha söylemeden, ihtiyacını ve dileğini anladılar. Çünkü onlar da padişahlar padişahının ahlâkı ile ahlaklanmışlardı. Halini hatırını, nereli olduğunu, hangi yoldan geldiğini, yol yorgunu olup olmadığını sorup hatırını hoş ettiler. Bedevi, bu insanlara hayran kalmıştı. Onlarla güzel güzel sohbetler edip dinlendikten, yol yorgunluğunu ve açlığını giderdikten sonra getirdiği su testisini onlara saygıyla sunup dedi ki:
– Bu armağanımı padişaha götürün! Bu güzel ve yepyeni testinin içinde, yağmur sularından biriktirilmiş çok lezzetli bir su var!
Padişahın hizmetçilerinin bu söze gülecekleri geldi. Fakat o armağanı yine de can gibi kabul ettiler. Çünkü basiret sahibi padişahın tabiatındaki lütuf, en yukardan en aşağıya kadar, devletin bütün yöneticilerine ve memurlarına tesir etmişti. Padişahların, sultanların, en üst yöneticilerin huyları, ahlakları, memur tabakalarından geniş halk yığınlarına kadar herkese tesir eder. Padişah çok büyük bir çeşmenin havuzuna benzer, maiyeti de bu havuza bağlı musluklara! Havuz temiz, lezzetli, hoş ve tatlı suyla dolu olursa, musluklardan da öyle su akar. Ama havuzdaki su kokmuş, kirlenmiş, acı, tuzlu ve pis olursa, musluklardan da başka türlü bir su akması beklenemez. Çünkü musluklar havuza bağlıdır ve musluğun suyu kendinden değil havuzdan gelir. Yeri yurdu belli olmayan canımız ve aklımız da, kendi durumuna göre vücudumuzu idare eder. Akıl, temiz, hoş ve sağlıklı olursa, bütün bedeni ve organları, edepli, terbiyeli hale getirir. Usta hangi hünerde tanınmışsa, çırağı da o hünerde ilerler, o hünerde meşhur olur.
Bedevinin armağanını halifeye sundular. Halife bunu görüp, bedevinin durumunu anlayıp dinleyince, bu testiyi altınla doldurdu. Bunun dışında da, hediyeler, ihsanlar, hilatler verdi, bedeviyi yoksulluktan kurtardı. Sonra da adamlarından birine:
-Dönerken onu Dicle yoluyla uğurlayıp, gönderin. Çöl yolundan gelmiş, yolu uzatmış. Dicle yolundan hem daha rahat gider, hem de memleketine daha yakındır, dedi.
Bedevi, gemiye binip, pırıl pırıl berrak sularıyla deniz gibi akıp giden Dicle Nehrini görünce, utancından iki büklüm oldu, yere kapandı. ‘Padişahın ihsan ve lütufları beni şaşkına çevirmişti. Fakat esas şaşılacak şey, onun bu suyu almasıymış. Hayret, nasıl oldu da o cömertlik denizi, benim bu değersiz ve işe yaramaz armağanımı kabul etti!’ diyordu.
Bu dünyada ilimle, fikirle, güzellikle ağzına kadar dolu, kabına sığmayan bir testi olsan da senin sahip oldukların Allah’ın Dicle’si yanında bir damla bile değildir!
Bu karı koca hikayesini bizim ve senin bugünkü halimiz veya nefsinle aklının misali bil. Nefis ve akıl iyi kişiye de lâzımdır, kötü kişiye de. İkisi de bu toprak bedende esir ve mahpusturlar, gece gündüz savaşta ve macera içindedirler. Nefis karanlığı arar, akıl aydınlığı ve ışığı. Kadın, durmadan evin ihtiyaçlarını ister. Nefis de kadın gibi heva ve hevesi doğrultusunda her işe çare bulmak için, gah toprağa döşenir tevazu gösterir, gah ululuk diler, yücelir. Aklınsa bu düşüncelerden haberi yoktur. Fikrinde yalnız Allah düşüncesi vardır.
Yalnız mânâya ait anlatış kifayet etseydi, dünya halkı tamamıyla işten güçten kalır, alemin nizamı bozulurdu. Allah sevgisi, yalnız düşünce ve mânâdan ibaret olsaydı, namaz ve oruç gibi zahirî suretleri olan ibadetlere gerek kalmazdı. Dostların birbirine armağan sunmaları, dostluğa nazaran ancak zahiri şeylerdendir. Fakat bu, gönüllerde gizli bulunan sevgilere şahadet eder. Şahidin doğrusu da olur, yalancısı da. Münafık kendisini Allah sevgisinin sarhoşu sansınlar diye namaz kılabilir, oruç tutabilir, başka ibadetleri de yapabilir. Fakat bunlar kendisini kurtarmaz. Aksine bunları insanları aldatmak için yaptığından dolayı, Allah’ın gazabına daha çok müstahak olur.
Atâ, (Allah’ın lutfu, ihsanı) insanın aklından, fikrinden, hayalinden bile geçiremediği şeye denir. İnsanın vehmettiği şey kendi himmeti ve değeri ölçüsünde olur. Allah’ın atâsı ise O’nun büyüklüğü nispetindedir. Gerçek bağış, Allah’a layık olan bağıştır. Yoksa kulun himmetine ve vehmine göre olan değil. Allah’ın atası ve bağışı; Hadisi Şerif’te hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın kalbine doğmadığı şeklinde anlatıldığı gibi, benzerleri beş duyuyla hiç algılanmamış, eşi benzeri gönüllerden bile geçmemiş, hayallerin tasavvur etmesi imkansız üstün ve eşsiz, lutuf ve ihsanlardır.

2919 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Mustafa ATALAR

1955 yılında Trabzon Şalpazarı'nda doğdu. İlk öğrenimini Trabzon'da, orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye Bölümü’nden mezun oldu. 1980-1982 yılları arasında Almanya Köln Üniversitesi’nde Almanca Dil ve İktisadi Sosyal Bilimler Eğitimi aldı. 1982 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı olarak kamu görevine başladı ve bu Bakanlıkta çeşitli görevlerde bulundu. Halen Sayıştay Üyesi olarak görevini yürütmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir