RUH SOHBETİ

Mart ayının tılsımını anlayamadan geçen ömrümün bu kıyısında, dışarıdaki dünyayı bir yana bırakıp oturdum yine klavyenin başına.

Nasıl beceriyor bilmiyorum ama ruhum bu gizli buluşmalarda firar edip sınırsızlığını-bağımsızlığını ilan ediyor. Bana şekilli-şekilsiz kelimeler ve kavramlar ile saldırmasa bari. Ne o yakışır mı kafa karıştırmak ey ruh. Canlı canlı oradasın biliyorum ama ne o gösterdiğin şimdi? Biliyorum amacı bana şiir yazdırmak. Doğum günüme yakın, astrolojik-metafizik değişimler yaşıyorum ya, gaibden haber almış olacak, Türkçe bilmediğinden şekilsel iletişimle beni uyarmaya çalışıyor. İyi de şiir havası yok bende. Okurum ancak olanları. Duygu diliyle değil maalesef düzyazı ile sergileyeceğim bu monologun tutanaklarını.

Algaçlarımı o yöne döndürüp naklen anlatıyorum olanları. Görebildiklerimi tarif etmeye çalışacağım. Anlayan beri gelsin;

Olay-1; Diyor ki ruh; Midemmmm! Aman midem.Yani benim midem mi. Evet yani. Aç değilim zaten. Az önce Adana dürüm yedik ya. Doyduk ya. Ama dün veya önceki zaman ne yedim bilemem ki. Boş ver, geçtim mide şifresini.

Olay-2; Bir müzik aleti. İnsansı bir tarifle anlaşılıyor ki bir çift dudak bağırmaya, bir çift el alkışlamaya hazır veya belki uzun zamandır aynı anda alkış ve haykırış oluyor. Bu manzarayla, şu an dinlediğim “Selam yalnızlık ben geldim-Gülben Ergen”in ne alakası var. Bağırtısız, duygulu bir şarkıyı hafife alıyor olmayasın ey ruh.

Olay-3; Anılar. Çocukluğumun soğuk günleri. Günün 24 saati 2 saat yanan bir odun sobası. Karanlıkta geçen, yarınları belirsiz, kimliksiz, renksiz günler. Ey ruh dedim. Sen de oradaydın. Biliyorum. Teselli ediyordun ki beni bu ışıklı günlere bir tek sen inandırdın. Ama aklıma da teşekkür etmeli değil mi. Bencillik olmasın bizimki. Sadece güçlü-duyarlı bir ruh ile her şeyin üstesinden gelindiği nerede görülmüş.

Hem kişisel başarımı insanlara anlatmak üzere ekrandaki camın üzerinde akan bu kelime ordusu içinde ben “Azim”, “Allah vergisi” gibi ağırlıklı kavramları göremedim.

Dedim ya bu anlatımsal merasimde bir ordu dizilecekse gözünüzün önünde, anlayın ki açılışı bu iki kavramı yükleyen kelimelerin taşıdığı bayrak en önde gidecektir. Alkışlayacağınız o kadar münferit, isimsiz, sadece ben seçtiğim için değil, var oldukları için takdir edilecek kavramlar. Asıl kahramanlar bu öyküde, düzgünce rafta dizilen kitaplar kadar lazım ve saygıyı hak ediyor.

Ey ruh, bunları yazdığıma sevindin mi bilmiyorum ama yaptığın yaramazlıkları bir yandan görmüyorum sanma. Evde canı sıkılan bir çocuğun evin önündeki sokakta taş kovalaması gibi olsa razıydım ama nedense sonlanmıyor senin bu teneffüs amaçlı göçlerin.

Gerçi biliyorum bir gün beni mahşer anına kadar terk edeceksin. Bari şimdi birlikteyken kafamı karıştırma. Bazen, akıl gibi, duyu-hissediş, kalp ve bağırsak gibi lazım şeyleri de taşıdığımı unutuyorsun. Bu evin evet tek evladı sen değilsin ama en şanslısı sensin belki. Baksana kaçıp geri geldiğinde kıyametler kopmuyor. Ama beynimde taşıdığım aklıma ne demeli. Kaçtı mı bir kere, geri dönmesi mümkün değil. Kaçıyorsa zaten gidecek çok yeri olduğundan değil, şanssızlığımdan yerinde tutamadığımdan olacaktır. Veya Meryem’in dediği gibi aklımın beyinde sığamayacak büyüklüğe gelmesinden olabilir. Olabilir mi. Daha çok akıl bu aklın kaçışına zemin hazırlar mı. Çok kelime sarf edilse bile çözülecek gibi değil en iyisi parantez sistemine geçiş yapalım.

Baksana ey ruh parantez şampiyonu yazılarımın bu sonuncusunda senin rehberliğin şifreli ama açık, düz ama yoğun cümleler söyletti bana.

Hem bir kelime daha geldi dürte dürte kanattı içimi. Hakkımı isterim diye. Kelimeler toplanmış, Suat’ın yaşam öyküsün anlatan belgeselde yerlerini sağlamlaştırırken; “ben uzaklardan yeni döndüğüm için şimdi haberim oldu”,dedi.

Haklı ama HAYAL. Hayal. O, yaşadığım dünyamdaki en özgür vatanım, en özgür yatağım, en özgür sesim, en özgür sırrım. Haklı ama kavramlardan bahsediyorduk diye atlamışımdır çünkü hayalim, bu bedeni aldığım ilk yıllarda belli belirsiz görüntüler bulup getirmek dışında bir işe yaramıyordu. Yıllarla yaşlanınca daha iyi anladım; meğer ki evrenin en güçlü kahini hayalini en iyi anlayanmış. Ben onsuz yapamam ve bu yazının başlığına girecek kadar evrenimde önemli bir ağırlığı olduğunu itiraf etmeliyim.

Üzülme ey ruh.

Son cümlelerime geliyorum.

Seni ve bu bedenin etrafında, içinde kısaca yaşamımın harcında emeği olan her emeği geçene teşekkür ediyorum.

Başta sana ey ruh. Sen olmasan bunlar yazılmazdı. Yazmak can gerektirir evvela değil mi. Ama şunu da unutma, seni, özellikle “Yıldırım Aşk” adlı şiirimde tarif etmeye çalıştım.

Doğduğumda konuşmayı bilemezken sevmeyi biliyor olmamı sana borçluyum. Annemi milyarlarca kadın içinde sen tanıttın ve sevdirdin. Sevginin dilinin olmadığını sayende öğrendim.

İlk yaşadığım aşkı sen haber verdin. Ölüyordum heyecandan. Sana emredilen anda (Çok uzak bir geçmişten ayarlanmış bir tarihte, ayarlanmış bir tertibatla içimde cereyan eden anormal hastalığa yıldırım aşk dediğim o an) içime boşalttığın adrenalini nereden buldun nasıl acımadın kalbime, titreyen bacaklarıma, tutulan dilime, uyanan her yerime. Sevginin en damıtık en çarpıcı hali olan aşkı sen öğrettin.

Yüceltilmek hoşuna gitti. Gel artık. Yolunu bulmuş, sevdasını yaşayan, gözlerinde geleceğin renkleri fışkıran bedenimde en rahat olman gereken varlık haline gir, usulca dayan zamana.

Saatlerin hayretlik çizgilerinin bir adım gerisinde gör kaderimin kıvrımlarını. Öngörülerine ihtiyacım olacak her zaman. Bu kelimelerin kaynağında bir yolculuğa çık ve yorma beni. Uyumalıyım. Girdiğim girdaplardan geri dönemem ama al beni, berrak bir gökyüzünde bırak.

Hayallerimle buluştur beni. Yarına özlemsiz uyanayım. Kederin laf dinlemez, saplayıcı askerlerine daha dirençli kıl beni.

Sınırsız evren dengesinde dengede kalmaya çalışan, arsız ve hırçın milyonlarca fikrin uçuştuğu beynimi dengesizliklerden koru.

Durduğun yerde gördüğüm gibi değilsin ama bildiğim gibi durduğunda beni bilgiye götür sadece. Mutluluk bilgide ve bilmekte ise bilmeye götür beni.

Sevdiklerimi sevdiğimde sen konuşursun benim adıma; öyleyse yalan söyleme ki ben de sırtımı sana dayayıp sevgimi yaşayayım.

Kapandığı zaman bu perde bilirim, merkezinde ruh olan bu yazı, kelimelerin anlattığı oranda anlaşılacak.

Ama devam eden yaşam bizi, hiç bir kelimenin direncine aldırmadan (önceden küçük örneklerini fark etmeden yaşadığımız) sonsuz bitişe doğru götürmekteyken, rastladıysanız bu yazıya kendinizi şanslı bilin.

“Dünya zamanının tam ortasında nice belirsiz adımların bizi götürdüğü yer ebedi huzur olsun” diye biter bu yazı.

Kabul; en makul fikir buydu ey ruh.

Çak!..

1257 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Suat ACAR

Mart 1972’de Siirt'te doğdu. İlk-Orta-Lise öğrenimini burada bitirdikten sonra, 1990 yılında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandı. Diyarbakır’da pratisyen doktor olarak çalıştıktan sonra Dicle Üniversitesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon A.B.D.’de ihtisasa başladı. 2003 yılında Fizik Tedavi uzmanı doktor olarak mezun oldu. Halen uzman doktor olarak görevini sürdürmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir