SOSYALLEŞME

İçerisi kaloriferle ısınan hastanenin ana giriş kapısında, mevsimin ilk karının yağdığı saatlerde, saçları kar beyazına bulanmış insanları izlerken dalmışım.

İçerisi sıcak ve üşümeksizin kendime kapıyı görecek bir açıdan boş bir sandalye bulmuşum.

Hem ana kapıyı görüyorum, hem de açık olan kapıdan karın yağışını.

Bembeyaz bir örtüye büründü şehir.

Baktığım manzarada, burada, şimdi ve ilerisi için size acayip gelecek bir şey olmadığını siz de biliyorsunuz. Yerimde kim olsa, aynı kar yağışını, aynı insan hareketliliğini, aynı ritmin sıkıcılığında izleyip, elini cebine atıp uzaklaşırdı doğal olarak.

Günün dondurulmuş bir anını zaman pastasından kesip de önünüze koyduysam; bir sebebi var!

Manzarayı yalnız izlediğimi sanıyordum.!

Kalkmadan önce, kaynağını bilemediğim bir dürtü ile sağ tarafıma göz atmamla anladım bunu.

Aynı sade manzarayı renkli bir açıyla yaşayan bir ben değilmişim.

Göz göze geldiğimizde, dakikalardır gözlerimizin önünde cereyan eden zamanın dansını aynı duygularla yaşadığımızı hissettiren kabullenici bakışlar fırlattık birbirimize.

O belki bir hastaydı, üstünde görevli olduğunu belli edecek resmi bir kıyafet yoktu.

Ben hastanede görevliydim, üniformam üzerimdeydi.

Bizi aynı frekansta buluşturan manzarada sadece o anda, O beni ne kadar anladıysa ben de O’nu o kadar anladım.

O beni ne kadar tanıdıysa, ben de O’nu o kadar tanıdım.

Sözcükler, yağan karın nazik ahengine uyarcasına samimi ve yürekten sarf edildiği için sıcaktı, ilk konuşan O oldu;

“Dün köyde güneşin batışını izliidik, bi baktık hava karardi, daha 1 saat geçmedi, her yer ha boyle peyaza döndi…”

O, karın ilk yağış anına şahit olmuştu bile, bense, bir çoğunuz gibi, sabah uyandıktan sonra, camdan başımı uzattığımda hayretler içinde izlemiştim her yerin beyaza döndüğünü.

Hangi sebeple hastaneye geldiğini sormama gerek kalmadan, ara sıcak servisi yapan garson gibi, açlığımı kısmen giderecek ama tam da doyurmayacak kadar numune cümleleri Rize ağzıyla devreye soktu;

“Metoroloji söylemiş idi zaten. Ha pu kadar insan niye dün gelmedi hastaneye de şimdi karda kışta gelii daaa…!”

Sonrasında, aynı romantik hava, final cümlelerinin yine O’nun ağzından dile gelmesiyle sona erdi; “Ha bu kar yağaay üstten aşşaay, Allahına kurban olduğum ne güzel bir manzara bu..”

Ben. İçime ve işime dönmek için elini sıktığımda, adını bile bilemediğim sosyal arkadaşım, içime, bir uyarı da yollamış oluyordu.

Cep telefonumun hatırlatmalar kısmına birkaç gün önce yazdığım bir notu hatırladım;

Sosyalleşme konusunu, bireysel çatı altında düşündüğüm bir anda unutmamak için telefonumun hatırlatma bölümüne not etmiştim.

Dilimin ucunda olmasa bile, telefonumun sanal kafasından çıkartıp o konuyu harmanlama fırsatım olmamıştı. Ancak o kar yağışı anı, artık birikmiş cümlelerin de serbestleşmesine neden oldu.

Neden neden oldu?

Çünkü olay sadece Rize’yi ilgilendirmiyordu ve her gidilen şehirden-ülkeden dönüşte hayıflandığımız genel bir temenninin dile gelmiş kişisel boyutu cereyan ediyordu içimde;

Keşke bizde de böyle güzel ortamlar olsa!..

Bugünkü konu; Sosyalleşme.

Enine-boyuna, içten kuşatmalı, dıştan yoklamalı titiz bir ana haber bülteni tadında olmayacak.

Çocukluğumun geçtiği kırsal Anadolu kenti ile şimdi yaşamımın geçtiği Karadeniz memleketini aynı kulvarda buluşturan şu sosyal ortam azlığı konusu, nereye çekilse oraya uzayacak cinsten esnek bir konu aynı zamanda. O yüzden konuyu anlaşılacak seviyede tutmakta fayda var.

Geçtiğimiz yüzyılın tüm toplumlarının uğraş verdiği ve bu uğraşıların neticesinde bize hazır sundukları İLETİŞİM ARAÇLARI, insanoğlu için kim ne derse desin çok önemli bir evrimdir.

İnsanı kendi içindeki sıkıntılı ve anlaşılmaz yolculuklardan kurtarıp, başkalarıyla da veri alış-verişi yapmasına olanak tanıyan tüm iletişim buluşlarının altında yatan da aslında bu; İnsanı yalnızlıktan kurtarmak ve sosyalleştirmek.

Yaşanmakta olan yüzyılda teknoloji, baş döndüren hızda ilerlerken, sosyalleşme araçlarının şekli, özellikleri, faydaları, türü ve amacı da hızla değişmekte ve anında kullanımımıza girmekte.

Eskiden nüfus idaresine adını kaydettirmeden askerden kaçan, evlendiğinde sadece imam nikahını yeterli gören, kışlıklarını çuvallara yükleyip evlerine kapanan bir toplumun bireyleri hala hayatta ve çoğuna sorulduğunda bu iç içelikten çok hoşnut olmadıklarını söyleyeceklerdir eminim.

Köy gibi bir ortamda tek sosyalleşme alanı umumi çeşme değil artık. Ki her evde belediyenin döşediği borularla şebeke suyu akmakta artık.

Şehirlerde kahvehaneler, tek ve salt amaçlı içtima alanı özelliğini yavaş yavaş kaybetmekte.

Milenyum modasının esintisiyle ülkeyi kasıp kavuran pastane-bilardo-game center-patisserie-tea house gibi geçiş dönemi ortamları da kesmedi bizi.

Sanırım moda, kendi evrimin tamamlayana kadar kim olduğumuzu ve ne olduğumuzu anlayamayacaktık.
Ve en son internet çılgınlığı girdi içimize.

Tüfekler icat olduğunda mertlik bozulmuştu ancak internetin icadı, ahlakı bozmaya doğru gidiyor maalesef.
Köyde, şehirde, metropolde, monopolda, okulda, yurtta,kablolu-kablosuz “www” uzantılı yaşamlar paylaşıma açık.

İnternet, herkesi daha sosyal, daha medeni, daha akıllı yapıyor sanıyorsanız yanılırsınız. Eskilerin pastanelerindeki sıcaklık gitti, internet cafelerde bir kabin içine kafasını sokup kendinden geçen ve dünyadan kopan gençleri görmenizi tavsiye ederim.

Galiba biz sosyalleşme olayında, genlerimizin redd-i ilhakı sayesinde çoklu yaşamak yerine tekli yaşamayı seviyoruz.

Bir araya geldiğimizde paylaşacağımız şeylerin tadı kaçmasa bari.

Sosyalleşmenin belki çevirisi yanlış yapıldığı için biz olayın ELLEŞME boyutunu yeterli gördük. Sosyal kelimesi belleklerimizde hoş duygular bırakmıyor çünkü.

Ve sonuçta biz de kendimize göre yaşamlarımıza teknolojiyi soktuk.

Bu konuda hep karamsar yazacak değilim. Biraz da olumlu açıdan bakmaya çalışalım…

Kalın perdeler kalktı, şeffaf ince perdeler girdi hayatımıza.

Ve şimdi bu şeffaflık, hiç de kanıksadığımız bir durum değil.

Göçebelik DNA’sına, modernlik MSN’sini harmanladığımız gerçek dünyamız, karmakarışık bir maceraya sürükledi bizi.

Bu konuda hızla ilerleyenler, geride kalıp gelenekselliği kabullenenler veya iki arada bir derede kalmaya çalışanlar dolaşıyor ortada. En çok da iki arada bir derede kalanlara üzülüyorum. Çünkü ünlü atasözümüz, iki arada bir derede kalanları kaderiyle baş başa bırakıyordu. Oysa bu durumda kalanların çoğunun, soyunup dereye atlamak dışında bir seçeneği yok.

Günümüz gençlerini bu denli körelten teknolojiyi evlerimize, ceplerimize, işyerimize ve belki de fikrimize adapte etmeyi isteyip istememek şeklindeki çelişkinin, bizi tam sosyal olmak için cesur adımlar atmakta engelleyici yönde büyülü bir etkisi olduğu da ortada.

Geçmiş yüzyılın insanları dünyadan göçtü, dedem ağız tadıyla bir chat yapamadı gitti. En çok da hangi nick ile sanal alemde gezineceğini merak ederdim.

Ben, oturduğum koltuğu terk etmek üzereyken, hastane çıkış kapısını aynı gözlerle izlediğim muhatabımın sözlerini tekrar dinledim. İçimdeki cümlelerin kar taneleri gibi süzülüp dağılmalarına izin verdiğim o anda, iyileşen hastalar hastaneyi ellerinde şemsiye ile terk etmeye çalışıyordu.

Ufkumdan dağarcığıma, “üstten aşşşağa” doğru lapa lapa inen milyonlarca cümle sorgu sual sorulmadan içime akarken, kar, ara sıcak servisi yapan bir garson kadar şefkatli ve maharetle yağıyordu.

Not; Öğle yemeği için gittiğiniz lokanta sizin için sosyalleşme alanı niteliği de taşıyor olabilir mi.?

O gidilen lokanta, mide dolum tesisi niteliği de taşıyor olabilir mi?

Bu tesisleri ziyaret ettiğimizde yüzümüzde gülücükler ve doyma rehaveti oluşuyor.

Milletimiz, TESİS lafını sever. Ucunda umut olan eğlenceli bir kavram.

Rize’de, öğle araları yoğunluktan dolayı, Bekiroğlu Dolum Tesisleri, rezervasyonsuz müşteri kabul edemez oldu artık.

Boşalan mideler, guruldayan karnınıza baskı yapıyorsa, bu gazdandır ve size acilen LPG yüklenmesi gerekecek.

Hadi en yakın WC’ye. Şu 3 adet W’nin ulaşmadığı bir tuvalet kaldı.

Veya ben öyle zannediyorum..

1431 Toplam Görüntüleme 1 Bugün

Suat ACAR

Mart 1972’de Siirt'te doğdu. İlk-Orta-Lise öğrenimini burada bitirdikten sonra, 1990 yılında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandı. Diyarbakır’da pratisyen doktor olarak çalıştıktan sonra Dicle Üniversitesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon A.B.D.’de ihtisasa başladı. 2003 yılında Fizik Tedavi uzmanı doktor olarak mezun oldu. Halen uzman doktor olarak görevini sürdürmektedir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir