AY DOĞAR AŞAR GİDER

Eskiden Maraş deyince akla hemen Sütçü imam gelirdi. Şimdilerde ise meşhur olan dondurması… Demek sevenleri var. Zaten sevenler olmasa dünyanın kahrı çekilir mi? Sevenler; bağrı yanıklar, gönül dostları…

Nihayet Efendi Hazretlerinden onay çıktı. “Yarın gelelim kurban, yaylanıza” buyurdular. Taşralı ihvan bayram etti bu muştulu habere. Bir sahra hatmesi yapılarak nur saçılacaktı bozkıra. Koyunlar kesildi, tavuklar boğazlandı devrisi gün için. Mevcut araçlar takviye edildi, hiyerarşik düzende sıralandı. En iyi marka ve modellisi hazrete, sonrası onun âline, geri kalanlar da ihvana tahsis edildi. Gün doğdu. Derken bir trafik akışıdır başladı yaylalara doğru. “Nerden gider yaylanızın yolu?..” “Yaylanın çimenine kuzu yayılır kuzu…” “Yine yeşillendi fındık dalları..”

Henüz bol gölgeli ve sotalı bir yer ayarlayamamış trafik polisleri anlamsızca bakıyorlardı bu kutlu konvaya. Bu da neydi? Neyin nesiydi bu? Düğün alayı desen değil! Parti-kulüp korteji desen, o da değil! “Ne iş?” dedi jandarma kumandanı. Öyle bir el salladı komser de… Efendi hazretleri dikiz aynasından vaziyete bir göz attı. Ne kadar intizamlı, insicamlı, nezaketli ve edepli bir konvoy diye düşündü. Türkiye bunlarla gurur duyuyor olmalıydı… Ama o, gözleri yaşlı şükretti. Ağlamaklı bir halde, koruma koltuğunda oturan paşa emeklisi halifesine seslenerek. “Bak Halil bak! Hakk neler nasip etti. Bunlar O’nun va’dettiği günler… Gör Halil efendi gör!” “Beli Sultanım…” dedi o da. Cezbelendiler. Ağladılar doya doya. Sesleri, ahları, dağları tuttu. Bir ara şoförleri Kuyumcu Asım da coşkuya katılmak istediyse de şiddetle men edildi halife tarafından. Eskilere gitti Efendi hazretleri, çok eskilere… Değil şimdiki gibi binler biat için sıraya girsin, bir selâm veren bile yoktu. Hep yoksulluk, hep yokluk, hep yoktu… Ama aşk vardı. Sen nelere kadirsin ey aşk! “Hey heeeyyy! Hey heeeyyy ! Akıp gider yaylasına bir gelin…”

Eller, ah o öpülesi eller. Kimin eli o eller? Eller öpüldü, gözler süzüldü… Hasretlik kovuldu, vuslata erildi. Efendi hazretleri nazar kıldı âleme, himmet erişti… Ne böyle taze bir bahar görülmüştü, ne de nurlu bir ay. O’nun rayihası sardı her yanı. Nuru, ziyası gözleri bağladı. Varlığı, yok etti ne varsa… Ruhaniyeti tüm benlikleri aldı bedenlerden. Herkes O oldu, O herkes… “Bu şiiri anlayınca beni anlıyacaksın” dedi şair, “Beni anlayınca bu şiiri…” “Bu yıl bu dağların karı erimez / Eser bad-ı saba, yel bozuk bozuk.”

‘O düzeni’ alındı; halka düzüldü. Kimileri buyurdular, “Eserden sanatçıya ulaşırlar. Bizse böyle teferruata iltifat etmezük. Tek adımda hedefteyiz.” “Bu tüme varım olmadığına göre, tümden gelim olmalı.” dedi içinden ihvanın biri. Sonra da aklındaki amansız soruyu yöneltti yüce müsaadeyi takiben. “Daşa verdim yanımı / Toprak emdi kanımı / Ezraile borçlu kaldım / Canan aldı canımı, hey dağlar!”

“Kurban şimdi burda Ezraile borçlu kalınır mı?” Hazret, hiç eksilmeyen tebessümüyle etrafa bir nazar etti yavaş yavaş. Borç, asıl alacaklısına ödenmiş mi? Evet. Öyleyse?..” “Nesimi’ ye sordular, yârin ile hoş musun? / Hoş olayım olmayayım, o yâr benim kime ne?” Kimin böyle ferasetli, belagatli, isabetli efendisi var? Dayanamadı Gürbüz mürid. “Destur kurban!” dedi yüzü al al olmuş bir halde, kafasını eğerek. Yer yarılsa düşecek içine. Alttan alttan bakıyor hazrete… Yine tebessüm… insanı rahatlatan, yüreğini yıkayan, insanı gamsız, günahsız, hesapsız; o âlemlere alıp götüren müşfik bakışlar. Ve duyulabilecek en güzel ses. Kim ayarlamış onun tiz’ini, o ne oktav öyle Ya Rabbim!.. Pes, pes doğrusu! “Söyle kurban” buyurdular. Ses ve nazar yüreğe doldu, aldı götürdü bir balon gibi öte âlemlere. Uzak ellerden mırıldandı müridan, parazitli sesiyle “Seher vakti, bu yerlerde kimler ağlamış? Çimenler üstünde göz yaşlan var.” “Kim ağlar? Niye ağlar? Nasıl ağlar? Niçün ağlar? Ne zaman…?” diye kükredi Efendi hazretleri. Herkes irkildi,titredi ve kendine geldi. O munis, o latif sesiyle devam etti. “Aşk! Âşıklar! Ağlamadan aşk olur mu? Akşamdan sabaha, sabahtan akşama her dem, her an, her halde… Sel olur akar âşıkların gözyaşları.” Aldı bir cezbe efendiyi. Efendiden tüm hazîruna… Yer ağladı, gök ağladı. Âlem, ağıda durdu. Hıçkırıklar hıçkırıklara, gözyaşları gözyaşlarına karıştı. Çimenler ıslandı bir ikindi vakti. Elinin tersiyle dolu dolu olan gözlerini oğuşturarak, efendi hazretleri burnunu çekti. Önüne baktı; herkes önüne düştü toprak oldu.

Derin bir nefes aldı mübarek, içini o tertemiz, o serin, o çeşit çeşit kokulu yayla havasıyla doldurdu. Ağaçlar sanki dans eden rakkaselerdi. Ne kadar da uyumluydular yerle, gökle, kendileriyle; duvardan duvara serilmiş çimenlerle. Gözleri aşağılara kaydı o çimenlerin üzerinden. Yeşillik gittikçe koyulaşarak vadiye iniyor. Vadi dedimse yayvan, sağlı sollu uzanan bir vadi. Tam karşıda bir pınar. Garanti karpuz çatlatır ama mevsim daha erken onu sınamak için. iki merkep yavrusu oynaşıyor az ötede. Bir an endişe edecek oldu Efendi Sultan bu v sıpalardan. Alıp gitsinler di bu nahoşluğu diyecek oldu… Ama telaşa mahal yoktu. Onlar da bütünün bir parçası değil miydi? Fonda bir şeyler olmalı mıydı? Ses olmalı mıydı? Rüzgar özür diliyordu dallardan, yapraklardan yanlışlıkla kıpırdatmışsa. Bütün ihvan yek ile yeksan olmuş, tık nefes… Şöyle bir göz attı müridâna efendi hazretleri, çaktırmadan. Hepsi dingin, hepsi mesrur ve huşu içinde; hepsi teslimiyetin zirvesinde. Sanki uçuyorlar(dı). Son zamanlarda hiç böyle görmemişti efendileri, onları. Eski yoldaşları gibi… Gerçi onlar da nostaljiye takılmışlardı; babalarının, atalarının nostaljilerine hem de.

Eskiden kenarda kösede, iz bilmez yol geçmez yerlerde olurdu tekkeler. Ama gönüllere sirayet ederlerdi. Şehirlere uzak, lâkin kalplere yakındılar. Yıkık döküktü binaları fakat nice muhkem kal’a beslenirdi oralardan. Dışları fakir, içleri zengindi…

Aç gözlü insan her şeyi taşıdığını sandı metropollere. Ama ruh kamyona yüklenir miydi? Kirli, paslı, asitli kentlerde nadide çiçekler biter miydi? Güzelliklere uzanan eller mesai, uçak, telefon, internet, patron, ciro arasına bir de dergâhı iliştiriverdiler. Hemen doyulan fast-food veya acilen çimilen duşa kabin nevinden nerdeyse. “Her neyse…” dedi hazret. Seslice, “Hadi gel köyümüze geri dönelim / Fadime’nin düğününde halay çekelim!” Tüm müridân yürekten onayladı. Zaten böyle olurdu, hiç beklenmezken keramet gösterirdi hazret. Derken, yenildi içildi; sahra hatmesi yapıldı ve dönüş yoluna revan olundu.

Bir ince yağmur alırken vadiyi, mürid Gürbüz’ü de bir türkü almıştı. “Yağmur yağar her yakayı sel alır.” “Öte yakanın bulutu / beri yakayı bürüdü / oğlan neeenni nenni / aslanım nenni.”

Erzincan
17 ağustos 1997

1932 Toplam Görüntüleme 2 Bugün

Ali Taşkın BALABAN

1958 yılında Eskişehir’de doğdu. Ankara Ü. S. B. F'ni bitirdi. Yurdun çeşitli yerlerinde memur olarak çalıştı. Antalyada ikamet etmektedir.. * Facebook Sayfamızı Beğenebilirsiniz: buradan abone olabilirsiniz ve yazılarımızı kolayca takip edebilirsiniz. * Yazıların üstündeki benim adımı tıkladığınızda benim tüm yazılarımı içeren 5 - 6 sayfalık menü açılır oradan istediğinizi tıklayarak okuyabilirsiniz. Yorumlar vasıtası ilede yüksek fikirlerinizi iletebilirsiniz. Lütfedip okuduğunuz için teşekkürler.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir